HBO’nun “mini” dizisi Çernobil, birer saatlik beş bölümle, 1986’da Sovyetler Birliği’ne bağlı Ukrayna’daki bir santralde meydana gelen, insanlık tarihinin en büyük nükleer “kaza”sını anlatıyor.
Başrollerdeki Jared Harris ve Stellan Skarsgård’ın yüksek performansları ve sinematografisiyle her türlü övgüyü hak eden ve üçüncü bölümünden sonra IMDB’nin en iyi 250 televizyon programını gösteren listesinde birinciliğe yükselen dizi, Çernobil’deki patlamayı ve sonrasını büyük ölçüde bölgedeki yerel halkın tanıklıklarına yaslanarak, etkileyici görüntülerle aktarıyor.
İşin içinde nükleer enerjinin ve Sovyetler’in olması, hâliyle siyasi tartışmaları da beraberinde getirdi ve bu yönüyle dizi iyiden iyiye Marksist.org’un ilgi alanına girdi.
Putin medyasına bel bağlayan sözde sol
Sosyal medyada görülen ana tepki, beklendiği gibi, dizinin “antikomünist propaganda” olduğunu söyleyen stalinistlerden geldi. Zira dizi, nükleerin nasıl bir felakete yol açabileceğinin yanı sıra, Sovyet devletinin eleştirisine de odaklanıyordu. Önce patlamayı dünyadan saklamaya çalışan, tüm Avrupa’da radyasyon değerleri yükselince bunun önüne geçemeyeceğini fark eden, ardından gerçeği parça parça ve kısıtlayarak açıklayan stalinist rejime göre, Çernobil nedeniyle ölen insan sayısı 31. Her şeyi bilen ve tüm dizi boyunca sık sık adını duyduğumuz “Merkez Komite” böyle uygun görmüş.
Asıl sorgulanması gereken ise Sovyetler’in nasıl bir motivasyonla nükleeri bu kadar merkezine almış olduğu. İnsanlığın başına böylesi belalar açabilecek bir enerji üretim modeli, “tüm insanlığın mutluluğu” için kurulmuş bir sistemde kendine yer bulabilir mi? Elbette hayır. Bu, Stalinist Rusya’nın bir işçi devleti olmadığına, tam da Batılı kapitalist devletlerle rekabet için vahşi bir sermaye birikim sürecini işleten, bunun bir uzantısı olarak enerji alanında onlarla rekabetten geri kalmayan, üstüne nükleer silahlara yatırım yapan devlet kapitalisti bir rejim olduğuna iyi bir kanıt.
Aşağıdan sosyalizm geleneğini savunan herkes için Rusya’nın Tony Cliff tarafından yapılan analizini benimsemek bir zorunluluk. Aksi takdirde Putin’in devlet kanalının “Çernobil’in gerçek hikayesini” anlatmayı vadeden, patlamayı bir CIA ajanının komplosu olarak gösteren anlatısına sarılmaktan başka bir çare kalmıyor.
Yine de bunlar, Çernobil’le ilgili yanıtlanması en kolay argümanlar. Zira stalinist rejimler, Z Yayınları’nın birkaç hafta önce yeniden bastığı Chris Harman’ın Doğu Avrupa’da Fırtına Koptu kitabında anlatılan süreçle beraber, işçi sınıfı tarafından tarihin çöplüğüne gönderildiler. Nükleerin kötü olduğunu ama “yoldaşların nükleerinin” iyi olduğunu savunacak esaslı mekanizma 30 yıl önce yıkıldı.
Türkiye’nin yükselişini çekemeyenler
Diziye ilişkin yorum yapan bir diğer grup ise AKP taraftarları. Birinci iddiaları şu; Çernobil gibi diziler Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkelerin” nükleere yönelmemeleri için propaganda amaçlı çekiliyor. İkinci ve diziyi daha savunur gibi görünen iddiaları ise şu: Dizi nükleerin değil komünizmin zararlarını anlatıyor.
Ona karşıt gibi gözükse de stalinizm ile “nükleer yoldaşlığı” içerisinde olan bu grup, son birkaç yıldır geçerli olan yerli-milli anlatının bir uzantısı olarak, Türkiye’nin dünya ekonomisinde durduğu yeri olduğundan fazla önemsiyor. AKP’li gazetelerde sürekli Türkiye’nin yerli tanklar, uçaklar yaptığının anlatılmasının, tüm dünyanın Türkiye’nin yükselişini engellemek için birleştiği iddiasının merkezinde durduğu “büyük resim” komplolarının en pespaye ucu, Türkiye’nin nükleer enerjiye yatırım yapıp nükleer silah üreterek dünyada süper güç olacağı inancı. Oysa gerçek şu: Türkiye iki farklı emperyalist blok arasındaki çelişkilerden yararlanmak isterken her an ikisi tarafından da yüz üstü bırakılabilecek, Suriye’de kendine açmaya çalıştığı alanların önüne duvarlar çekilmiş, ekonomisinin uçurumdan aşağı ne zaman düşeceği üzerine farklı tahminler yürütülen bir ülke. Yani öyle şahlanırken başkaları tarafından durdurulması söz konusu bile değil, ekonomisinin ayakta tutmak için Merkez Bankası’nın yedek rezervlerini bütçesine aktarmayı planlıyor.
Nükleer felaketleri “sır gibi saklamak”
AKP’lilerin argümanları aslında stalinistlerinkinden dahi zayıf, ancak ülkeyi yöneten ve Akkuyu’da nükleer santral inşa eden güç oldukları için çok daha tehlikeli.
Bilindiği gibi Mayıs ayı başında, Mersin Akkuyu’daki nükleer santral inşaatının iki kez çatladığı ortaya çıkmıştı. Gelişmeyi duyuran Habertürk, bunun kamuoyundan “sır gibi saklandığını” duyurdu. Yani AKP’liler stalinizmle yalnızca bir “nükleer yoldaşlığı” içerisinde değiller; aynı zamanda yol açabileceği felaketlerin üstünü örtme konusunda da benzer yöntemlere başvuruyorlar.
Medyada yer alan haberlere göre, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ekipleri tarafından zeminde keşfedilen ilk çatlağa müdahale edilmiş. İkinci kez atılan temel de çare olmamış ve beton tekrar kırılarak yenilenmiş. Henüz üstüne reaktör konulmadan çatlayan zeminin nükleer reaksiyonlar başladıktan sonra nasıl stabil tutulacağına dair bağımsız denetimciler tarafından ortaya konulabilmiş bir güvence yok.
Türkiye’de 1990’lardan beri nükleere karşı güçlü bir hareket ve duyarlılık var. Anketlerde halkın çoğunluğunun nükleere karşı olduğu ortaya çıkıyor. AKP’nin kitle tabanının gerilemesi, bu uğursuz enerjinin def edilmesiyle el ele gidecek bir süreç olarak görülmeli. Stalinizmin devamı Rus sermayesi tarafından inşa edilen Akkuyu projesinin durdurulması için hâlâ geç kalmış değiliz ve harekete geçebiliriz.
Kapitalizm suçsuz mu?
Bir de dizinin “nükleeri değil komünizmi eleştirdiğini” söyleyenlerin iddiaları var. 5 saat boyunca bir nükleer felaketin yol açtığı şeyleri derinlemesine işleyen bir dizinin nükleeri neden eleştirmediğini düşünüyorlar, anlamak güç. Bunun yanında, dizinin özellikle sonlarında, Sovyet rejimi sorunu “insan hatası” bağlamında santralde görevli üç kişiye yıkmaya çalışırken, dizinin genel anlatısının da suçu “Sovyet reaktörlerindeki bir hata” ile ilişkilendirmekte olduğu doğru.
Sovyetler’in “komünizm” ile bir ilişkisi olmayan devlet kapitalisti bir rejim olduğuna dair analizimizi bir kenara bıraksak dahi, nükleer enerjinin “liberal demokratik” kapitalist ülkelerdeki tarihi de pek parlak değil.
Çernobil’den önce, 1979’da ABD’de Three Mile adası “kazası” yaşanmış, buradaki nükleer erime sonucunda ABD o dönem planlanan 51 reaktörün yapımını iptal etmişti.
Militarizmin tarihinde nükleer silahların kullanıldığı tek örnek, Batı kapitalizminin motor gücü ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıydı. Bu felakette en az 220 bin kişi öldü.
Bir başka dev kapitalist ülke Japonya’da ise 2011 yılında Fukuşima’daki “kaza” meydana geldi.
Yani nükleer enerjinin yarattığı tehdit, stalinizme has bir durum değildi.
Nükleer hiçbir zaman güvenli değil!
Her 10 günde bir yeni bir nükleer santral açılsa, 2050’ye gelindiğinde nükleer tüm dünyadaki enerji ihtiyacının %10’unu dahi karşılayamıyor olacak. Karşılığında ise binlerce yeni Çernobil riskiyle karşı karşıya kalacağız.
Çernobil’den beri dünyada en az 14 kez daha radyasyon salınımına tanık olunan ve en az bir kişinin öldüğü “kaza” olmuş.
Bütün bu riskler neden alınıyor? Çünkü nükleerin ucuz ve güvenli olduğu iddia ediliyor. 2000’lerin başlarında kimi “çevre aktivistleri” dahi kömüre karşı nükleerin safına geçebiliyordu! Oysa bu mitler doğru değil. Nükleer pahalı, kirli ve tehlikeli.
Bir nükleer santralin yapılması en az 10 yıl sürüyor. Tüm giderleriyle birlikte, ucuz olduğu iddiasını yanlışlayan sayısız çalışma ve örnek var. Energy Fair’in birkaç yıl önce yaptığı bir araştırmaya göre, “gizli giderler” de hesaba katıldığında megawatt saat başına nükleer enerjinin gideri 200 pound oluyor. Aynı meblağ rüzgar için 140 pound civarında.
Uranyumun çıkarılma süreci de dahil edildiğinde, nükleerin sera gazı emisyonlarındaki oranının ise rüzgar enerjisinin 9 ila 25 katı olduğu tahmin ediliyor.
Yalnızca 2001 ile 2008 arasındaki 7 yılda, yalnızca İngiltere’deki nükleer santrallerde 1767 “kaçak” veya başka güvenlik zaafiyeti oluşmuş.
Çernobil ve Fukuşima benzeri felaketlerin yanı sıra, nükleer aynı zamanda savaş demek. Soğuk Savaş yıllarında defalarca eşiğine gelinmişti, şimdi Trumpların dünyasında nükleer silahlar çok daha tehlikeli.
Güzel bir dizi olarak Çernobil’den çıkarılacak tek sonuç, insanlığın nükleerle ilişkisini sonsuza dek kesmek olmalı. Bu da ancak üretimin demokratik bir yöntemle, tüm toplumun çıkarına olacak şekilde planlandığı başka bir ekonomik modelde mümkün.
Bu yazı, Ozan Tekin tarafından ilk olarak marksist.org internet sitesi üzerinde yayınlandı.
Başlık Fotoğraf: Yves Alarie/Unsplash. Duga Zone, Çerbonil, Ukrayna.