Bütün yaşayanların birleşmesi gereken tek dava: Doğa ve nefes alma imkanlarımız olduğunun farkına varmamız gerekmekte!
“İklim Grevi” başladı haberi var, 20 Eylül Cuma günü: Yazıyı yazdığım bugün (20 Eylül) İstanbul’dan Eskişehir’e ormanlık bölgelere Tuzla’dan gelen kirlilik ve zehirle asit yağmurları yağmakta, herkesin üstüne zehir yağmakta (kimyasallar, brom ve toprağı ve ağaçları kurutan alüminyum, nano parçacıklar, genetik mühendisliği ürünü patojenler, aşısı üretilmiş virüsler, toksik patojenler vb. )… Zaten her gün bu pislik (hava kirliliği) ile yaşayan bizler bugüne özel bir anlam atfediyoruz; bugünden cidden korkuyoruz: Asit yağmurları bizi korkutuyor; çünkü gözle görülen bir katastrof söz konusu: Her günkü moleküler katastroflar (etkisi sonra çıkabilir ve umarız çıkmayabilir de) dışında, biz Türkiye’de, bu sefer, daha korkulu bir gün yaşıyoruz.
T24‘te yayınlanan Ali Akay’ın yazısına göre; ölümle yaşamak derdi Maurice Blanchot edebiyat metinlerinde: Hayat ölüme doğru değil de sanki hayatı, ölümden yaşama doğru her gün ölürcesine yaşıyoruz! Bu kirlilikle yaşamak! Tuzla ve diğerleri (elektrik ve nükleer santraller) her türlü rizikolu yaşama açık yaşamaya başlayan dünya ve Türkiye… İklim Grevi buna “Dur!” demek istemekte! İşverenlerimiz artık doğanın kaderine bağlı kalmış durumdalar!.. Korkuyoruz çünkü idarecilerimiz işin vahametinin bilincinde değiller. Çernobil’de izlemiş olduğumuz gibi kaza anında bürokrasinin de bilim insanlarının da ne yapacağı baştan belli değil! Koruyacak kimsemiz olmadığından baştan korumaya almalıyız doğayı ve hayatlarımızı. Riziko ise ölümcül!
Sermayenin organik bileşimi için 19.yüzyılda Marx bize şu analizi yapmaktaydı: Sabit sermaye (fabrika-atölye mekanı ve makinalar/araçlar), değişken sermaye (emek gücü) ve ikincisinin birincileri kullanırken yaratılan bir ek değer: Artı-değer. Yani Marx için kapitalist üretim biçimini belirleyen “sömürü” buydu. Doğa eksik kaldı. Burada, bugün artık Marx’ın söz ettiği “sanayii toplumunun” dışındayız, ama sanayii hammaddeleri üzerine büyük bir saldırı başlamış durumda bugün: Madenlerin çıkarılması için “Madenlere Hücum” (tıpkı 19.yüzyıldaki “Altına Hücum” dönemi gibi bir pratik yaşamaktayız). Asya’dan Anadolu’ya; oradan Afrika’dan Güney Amerika’ya sanki yeni bir kıta bulunmuş gibi, ormanlara, hayvanlara, bitkilere ve organik ve inorganiklere büyük bir hücum söz konusu. “Kentsel Dönüşümün” iflas etmesinden itibaren (bugün vergiler ve işsizlik fonları üzerinden kriz çareleri aranırken kamuya ait bir paranın tehlikeli bir şekilde kullanılmaya başlanmasını izlemekteyiz), doğa büyük bir talana (altın ve diğer madenler, elektrik ve nükleer santraller) maruz kalmakta!.. Öyle ki, sanki bugüne kadar yedek duran bir güce saldırı başlatılmış vaziyette: Doğaya ve onun ihtiva ettiklerine. Ormansızlaşma; Amazonlardan Kara Afrika’ya ve bizim ormanlarımıza kadar her tarafta yangınlar yaşandı. Yangınların ulusal sınırları bile yoktu; çünkü doğanın ulusal sınırları değil bitki örtüsü sınırları var. Sınırlar bölgelere göre değişmekte.
Sermaye, 19. yüzyıldan itibaren şehirlere doğru sürüklediği köylüleri, yersiz yurtsuzlaştırdığı insanları belli bölgelerde çalıştırdı ve buradan ortaya çıkan sınırları, bölge ve yer sınırlarının ötesine geçti (milli sınırlar). Halbuki sınır doğanın sınırlarıydı veya İmparatorluklar sınırlarını belirlemekteydiler (yine de geçirgen sınırlardı bunlar). Bugün ise bu yeni bir sömürgeleştirme çağını beraberinde mi getirmektedir? Önceleri, Afrika’dan taşınan insan gücü “köle emeğini” ortaya çıkarmıştı. Sonrasında beyaz ve siyah ırk mücadelesi buradan itibaren başlatıldı. Bugün, hâlâ beyaz ırk gibi arkaik ve soyut bir kavramı savunmakta olan grupları anlamak zor durmakta! Ama arkasında yatan büyük bir haksızlık savaşı var! İnsan hakları söylemi, daha Fransız Devrimi’nden sonra (her ne kadar Fransız ve erkekleri kast etmekte olsa bile) köle ticareti nefret unsuru olarak kabul edilmeye başlanmıştı; fakat buna rağmen devrim öncesi filozofların bazılarının kapitalist liberalizm anlayışı (J. Locke en güzel örneklerden biri) ile insan özgürlüğü anlayışı birbirlerinden uzaklaşmaktaydı. Bir yanda hoşgörü diğer yanda ise hisse senetlerinden kazanılan para birbirleriyle çelişkili bir durum arz etmektedir: İnsan çelişkili bir varlık ne de olsa!
Bugün sabit sermaye, değişken sermaye ve artı-değer üçlüsüne eklemlenmiş olan başka bir şey var (şey diyorum, çünkü yeni siyasi parlamentonun adı “Şeylerin Parlamentosu”): Doğa ve eko-sistemin sömürüsü. İnsan ve insan-dışı, yan yanalar; benzer sorunlarla kaderleri birleşmiş vaziyette (kapitalizm-öncesi bir sömürü biçimi). Yangınlarda ormandan kaçmaya çalışan insanlar gibi, itfaiyecilerin hayvanlara yardım ettiğini gösteren fotoğrafları unutmak mümkün değil! Kaçan ceylanlar, aslanlar, maymunlar ve diğerleri, hepsi insanların hatalarından kaçmaktalar!
Yangın tek başına bir sorun değil belki; çünkü biliyoruz ki, yerliler bazen ışığa ihtiyaç duyan şeylerin (ürünlerin) toprakta bitmesi için ormanları temkinli bir şekilde yakmaktadırlar. Işığa ihtiyaç duyan bazı mantar türleri (matsutake mantarı) için yer açmaktalar; veya toprak ekimi için de. Ancak neyle mücadele ettiğini bilen ve doğasını seven yerlilerin ölçülü davranışıyla ormanı tanımayan sermaye sahiplerinin ormana bakışı aynı değil. Birisi bildiği ve beraber yaşadığı canlı organizma ile birlikte hayat sürmekte ve doğanın ve doğal canlıların yeniden-üretimi için dualar etmekte ki, kendileri de canlı kalabilsinler. Onlar ormanlara ve hayvanlara ihtiyaç duyduklarını bilmekteler (Nicolas Bourriaud’nun küratörlüğünde 16. İstanbul Bienali’nde, Brezilyalı bir sanatçının, Jonathas de Andrade’nin videosu bunu olağanüstü bir şekilde göstermekte: Balıkçı avladığı balığı kendi vücuduna bastırarak, ölümüne ağlamakta ve öldürdüğünü sevmekte).
Oysa yüz yıldır şehirde yaşayanların ormanla ve diğer canlılarla ilişkisi bilinçsiz ve bilgisiz. Onlar ne yaptıklarını bile, belki, bilmiyorlar; verdikleri zararın kendilerine zarar olduğunun farkında değiller; yoksa herhalde, nefes alamayıp ölecek kadar tutkusal şekilde, betonlaştırma hareketiyle dağlara, tepelere ve ormanlara görmekte olduğumuz binaları yapmak istemezlerdi; dağları tepeleri ve ormanları para uğruna yok etmeye çalışmazlardı. Yaprağın değerini bilmek için, insanın nasıl nefes aldığının farkında olmak gerekir!
Aynı şey: Avcılık ve balık avcılığı için. Haberlerde gördüğümüz “45 günlük yapay ışıkla balık avcılığının” ne olduğunun farkındalar mı ? Buna izin verenler bunun farkındalar mı ? Ve, bu hareketin balıkların yeniden üretimini nasıl engelleyeceğini düşünmekte bile değiller, demek ki! Belki de, hükümeti teşkil eden Bakanlıkların, birer birer, bilimsel ekoloji danışmanlarına ihtiyaçları var olmaya başlamıştır. Bir zamanlar nasıl psikolog ve sosyologları iş dünyası danışman olarak atamaktaydılar; nasıl hükümetler iktisat uzmanlarıyla çalışmaktaydılar; bugünkü ihtiyaç artık doğa ile ilişkili olan eko-sistemleri bilenlere (doğa bilimi, etoloji uzmanları).
19. yüzyılda Darwin ve Wallace haklıydılar: Organizmaların anatomisini ve canlıların davranış biçimlerini anlamak için türler arası geçişin, ortak soyların incelenmesi şarttır. Darwin’in 1872’deki kitabı çığır açıcıdır: “İnsan Ve Hayvanda Duyguların İfadesi”: Doğada bilinenden çok daha fazla organizma bulunmaktadır. Doğaya uyum sorunları, hayatta kalabilme mücadelesi vb.: Doğa tarihi.
Fransız düşünür Bruno Latour’un “Şeylerin Parlamentosu” kavramı aynı zamanda az da olsa bunu ifade etmekte. Bilim insanları şeylerin, insan-olmayanların ve sanki-nesnelerin ve siyasetçiler de insanların politikalarını temsil edip, beraberce tartışmak zorunda; yani; yeni bir birliktelik: Siyasetin insanların temsili ile bilim insanlarının insan-olmayanların temsili. Yani; şöyle söyleyebilirim kendi dilimle: Hükümetlerin, ister Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ister Turizm veya Hazine ve Maliye Bakanlığı, Orman ve Tarım Bakanlığı vb. bunların hepsinin yaşanmakta olan eko-sistemi bilmek zorunluluğu var artık (bilim insanları ve doğa bilimi uzmanları). Böyle bir dünyanın içinde yaşamaya başladık. Geçen yazılardan birinde “büyüme” denilen kavramın nasıl değişmekte ve demode olduğundan söz etmiştik (tersine büyümeden çıkma). Benzer bir şekilde “mutluluk endeksleri” değişmekte. Ev, evlenme, araba, tüketme değil insanları mutlu eden artık. Güzel ve kaliteli yaşama, güzel ve sağlıklı ve de tabii lezzetli yemek yeme, temiz bir hava soluma, trafikte tıkışmadan bir yerden başka bir yere gitme ve mesela sinir harbi yapmadan günün geçmesi. Kaliteli yaşam nicelikselin yerini almış vaziyette.
İklim Grevi, bu anlamda, yeni yaşam biçimlerimizi yönlendirmek üzere, bizim bilinçli, bilgili ve geleceğe dönük bir şekilde yaşamamızı sağlamak isteyen bir hareket. Grev fabrikalarda değil; ama yaşamımızın içinde. Emek ve ekonominin yanında bu sorunlarla birlikte çözülmesini bekleyen yaşamın kalitesi ve hatta daha da ileri gidersek yaşama imkanımızın sağlanması: Ölmemek için mücadele verilmekte bugün dünyada. O nedenle, bütün yaşayanların (çalışanların, çocukların, emeklilerin herkesin her cinsiyetin ve milletin vb.) birleşmesi gereken tek dava: Doğa ve nefes alma imkanlarımız olduğunun farkına varmamız gerekmekte!
Bilmeliyiz ki “yaşamın sınırına” gelmekteyiz.
Başlık Fotoğrafı: Markus Spiske/Unsplash