Beyza Üstün Göz Altında! Bir Manifesto gibi Söyleşi

0

Beyza Üstün aramızdan alındı! Türkiye’de verilen ekoloji mücadelesinin anti-kapitalist bir çizgide şekillenmesinde önemli katkıları olan, özellikle doğanın ve suyun metalaştırılmasına ve ticarileştirilmesine karşı verdiği mücadelelerle tanınan Beyza Üstün hiç kuşkusuz sadece bir akademisyen ve bir siyasetçi değil, belki de bu iki kimliğinden daha önce bir aktivisttir; onu daima sokaklarda, yollarda ve direniş alanlarında görüyoruz. Bu yüzden olacak ki, 2011-2018 yılları arasında Orman ve Su İşleri Bakanlığı yapan Veysel Eroğlu kendisi hakkında şunları söylemişti;

“Sürekli seyyar gruplarla beraber Anadolu’yu gezen, propaganda yapan, ‘efendim suyumuzu zehirlediler, suyumuzu sattılar’ diyerek yalan yanlış, hiç bilimle bağdaşmayan, son derece cahilane sözler sarf eden bir kadın”

Şimdi soruyoruz, sularımız satılmadı mı? Zehirlenmedi mi? Aynı rant hırsı ve gözü dönmüşlükle Kazdağları’ndan Fatsa’ya, Munzur’dan Kanal İstanbul’a sularımıza, doğamıza yaşam alanlarımıza saldırı bugün de devam etmiyor mu? Bu sorulara yanıt evetse yalan söyleyen kim?

Beyza Üstün’ü 2009 yılından bu yana tanıyorum. Kurucularından biri olduğu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun (STHP) katılımcı ve destekçilerinden biri idim. Bu platformun ekoloji mücadelesinde oynadığı rolün tarihi henüz yazılmadı. Bu açıklığa kavuştuğunda Beyza Üstün’ün katkıları daha iyi anlaşılacaktır. Yeşil Direniş Gazetesi’nde gerçekleştirdiğimiz ilk söyleşi Beyza Üstün ile oldu. Bu söyleşide, yukarıda sözünü ettiğim her üç kimliği sade bir üslüpla ve ustalıkla birleştirdiğini göreceksiniz. Hedefler gayet açık ve berrak. Söyleşi yayınlandıktan sonra çok olumlu tepkiler aldık. Okuduğunuzda sizler de bu metnin bir manifesto niteliğinde olduğunu görebilirisiniz. Mücadele arkadaşımızın göz altına alındığı bu günlerde söyledikleri üzerinde tekrar düşünmek anlamlı olacaktır.

İsmail Akyıldız/ 27 Eylül 2020/ Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil Direniş gazetesi olarak sizinle yapmış olduğumuz bu ilk söyleşide içinde bulunduğumuz ekolojik krizi daha iyi kavramamızı sağlayacak genel çerçeveyi, krizin ana hatlarını çizmekle işe başlamak istiyoruz. Türkiye’de yaşanan ekolojik krizi genel olarak nasıl ele alıyor ve değerlendiriyorsunuz? Bu kriz nasıl başladı?

SALDIRI VE MÜCADELE

Özgürlükler ve yaşam alanları sıkıntıya girdikten sonra başladı. Mücadele aslında saldırının karşısında örülen bir şey, özgürlükler gitmeye başladığı andan itibaren buna karşı verilen mücadelenin ağı da örülüyor. Mücadelenin ve dayanışmanın dinamiklerinin büyümesi saldırının hızına, şiddetine bağlı olarak artıyor. Bugün geldiğimiz noktada ekoloji mücadelesi yaşamın her noktasında duyuluyorsa bunun nedeni kapitalizmin saldırısının bir o kadar şiddetli, bir o kadar her yerde ve her alanda olduğunun göstergesidir. Kapitalizm giderek doğayı ve emeği daha fazla kullanmak ve tahrip etmek üzere şiddetlendikçe mücadeleler örülmeye başladı. Son yıllara geldiğimizde ciddi anlamda doğanın her yerinden kendi sermayeleri için yararlanıyorlar. Daha önce yaptıkları gibi, sadece ham maddeyi alıp, suyu alıp atıklarını o ortama vermekle yetinmiyorlar; bunun yanı sıra doğrudan o doğal alanlara sahip olmak ya da doğrudan doğaya ait unsurları paketleyip satma yoluna gidiyorlar; bu süreci kendi krizlerinden çıkış yöntemi olarak belirlediklerini görüyoruz. Bu saldırı ne zaman başladı ve nasıl şiddetlendi? 70li yılların içinde bunu tasarladılar, 80li yılların sonuna doğru raporladılar, 90lı yılların başında da bunu uluslararası zeminde deklare ettiler, ardından da yavaş yavaş bütün ulusların yaşamlarına izlerini düşürdüler. Girdikleri ara krizlerden çıkış yolu her zaman doğa üzerinden, yaşam üzerinden, yaşam alanları üzerinden oluyordu. Bugün yaşadığımız 2000li yılların krizi, özellikle 2008 krizinden sonra yaşadığımız süreç, aslında öncekilerden çok farklı değil, sadece daha şiddetli ve kapsamlı bir saldırı söz konusu; bir farkı var, bu defa doğrudan suyu metalaştırdıkları için suyun dolanımda olduğu alanları da kendi bütünleşik kullanımlarına hızlıca almaya başladılar. Bu şu anlama geliyordu: su artık onlarındı ve suyun dolandığı havza dediğimiz bu alanlarda da söz sahibi onlardı. Bu havzalara başka üretim alanları yerleştirmek onlar için artık daha kolaydı. Aslında bu stratejilerinin arasındaydı: hem suyu metalaştırmak hem de suyun dolanımda olduğu havzayı bütün olarak metalaştırma süreci içine sokmak. 2008 krizinden sonra asıl fark bu noktada idi: sular, dereler, ormanlar, bütün bir havza kontrollerine giriyordu.

BERGAMA SÜRECİ

Bergama’da verilen mücadeleye çok önem verdiğinizi biliyorum. Bu mücadeleyi daha öncekilerden ayrıştıran, bu süreci tarihsel kılan unsurlar nelerdir? Bergama sürecinden sonra gelen ekoloji mücadelelerinde Bergama’ya sık sık atıflarda bulunulduğunu görülüyor. Bu mücadelelerin örtüştüğü noktalar hangileridir?

Saldırı Anadolu’nun pek çok yerinde vardı ama hepimizin toplumsal hafızasına düştüğü, görünür olduğu yer Bergama’daki toplumsal direniştir. Bergama köylüleri bize orada verdikleri mücadelenin aslında sadece oraya ait olmadığını, yaşamın bütününü korumaya yönelik bir mücadele olduğunu öğrettiler; onlar yaşam alanlarındaki kayıplarını ve bu kayıpların onlar için ne anlama geldiğini, karşı koyarak, direnerek, bağıra bağıra hepimize gösterdiler. Anadolu’da verilen ekoloji mücadeleleri içinde Bergama mücadelesi bize ekoloji mücadelesinin gerçek anlamını öğretti. Bergamalı’lar yaşam alanlarını korudukları gibi sınıfsal konumlarını da koruyorlardı; geçimlik tarım ve hayvancılık yapıyorlardı, artık bunu yapamayacaklarını giderek yoksullaşacaklarını oraya gelen maden şirketinin işçilerine dönüşeceklerini görmüşlerdi. Bu anlamda öğreticiliği ile onun toplumsal hafızamıza düşmesi çok önemlidir. Bergama süreci ve sonrasında yaşananlara genel olarak baktığımızda görülen şudur: havza içerisinde yaşamın temin edebileceği iki temel unsur yok edilmektedir; su ve büyük oranda suya bağlı olan geçimlik tarım ve hayvancılık. Bu durumda köylülerin yapabilecekleri iki seçenek kalıyordu; ya göç ederek kentte proleter olarak hizmet etmek ya da bulundukları yerde şirketin emrine girmek: bu iki seçenek de onlar için daha fazla yoksullaşma demek oluyordu. Bu bakımdan Bergama ile başlayan ve vadilerde devam eden sürecin ekolojik mücadelenin sınıfsal karakterini belirgin olarak ortaya çıkardığı görüldü. Bergama öncesi de yaşam alanlarına saldırı vardı, fakat buna karşı yoğun bir mücadelenin örülemediğini görüyoruz. Evet, bunun birkaç nedeni var; ilk olarak bu kadar yoğun bir müdahale yoktu, yapılan müdahaleler ise belli bölgelerdeydi, bu bölgeler de coğrafi olarak da solun etki alanının dışında kalıyordu. Bu projeler daha çok Doğu Anadolu bölgesinde idi ve orada başka bir özgürlük mücadelesi veriliyordu, doğa üzerinden verilen özgürlük mücadelesi faşizme karşı verilen özgürlük mücadelelerinin önüne çıkacak kadar önceliklenemedi. O tarihlerde kapitalizme karşı verilen özgürlük mücadelesi doğa üzerinden değil işçi sınıfı üzerinden, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi üzerinden gerçekleştiği söylenebilir.

ÇEVRE” Mİ YOKSA “EKOLOJİ” Mİ?

‘Çevre’ kavramını mı kullanmayı tercih ediyorsunuz yoksa ‘ekoloji’ kavramını mı?

Ekoloji. Çünkü ‘çevre’nin tanımında özne merkezde yer alır ve ‘çevre’ bu özne üzerinden tanımlanır; ‘çevre’ bu öznenin ‘etraf’ıdır. Her hangi bir insana ‘çevre nedir?’ diye sorulduğunda o, ya etrafındaki coğrafyadan bahseder, ya da sosyolojik ‘çevre’sinden akrabalarından, komşularından, köyünden söz eder. Bakın burada bir özne var ve onun çizdiği bir sınır var. Eğer tanımı bu şekilde yaparsanız mücadeleyi de sadece o özne üzerinden yürütürsünüz. Özne ‘çevre’yi tanımladığı için, o çevrenin merkezi ve iktidarı olarak konumlanır. Bu ‘çevre’yi tanımlayan özne birey de olabilir, halk da olabilir, sermaye de olabilir; zira her birinin kendine göre bir ‘çevre’si vardır; bu bakımdan tehlikeli bir kavramdır ‘çevre’, çünkü her özne kendi önceliklerini göz önünde bulundurarak tanımlar ve bu tanımladığı alanla sınırlar onu.

Ekoloji nedir, neden ekoloji kavramını kullanmayı tercih ediyorsunuz?

Ekoloji doğada canlı ve cansızın ortak yaşam ağıdır. Cansız da dahildir buna. Bu ağa herhangi bir müdahale ya da bu ağda herhangi bir kırılma söz konusu olduğunda biliyorsunuz ki o ağ içinde bulunan bütün canlı ve cansız varlıklar bundan etkilenir. Orada özne siz değilsiniz, toplum da değil, orada özne o ağdır, canlı sistemdir, doğanın kendisidir. Siz de bir insan olarak orada, doğada o ağı paylaşan diğer varlıklarla aynı oranda varsınız. Bu ekolojik ağ üzerinden mücadele yürütmenin anlamı herhangi bir öznenin tanımladığı ‘çevre’ üzerinden mücadele yürütmekten çok farklıdır; ‘ekoloji’ bütün olarak bu ağı kuşatırken, ‘çevre’ tekil, sınırlı bir alanı tanımlar. Ekolojik bakış açısına göre sorumluluk o genel ağı korumakla ilişkilidir.Bu sorumluluğu nasıl yerine getireceğiz o ağı nasıl koruyacağız?Eğer bu ağı, ekoloji sistemi, bir başka deyişle doğanın varlığını korumak istiyorsanız orada yaşayan canlılardan sadece biri olarak insanın yapacağı herhangi bir üretim onun ihtiyacı kadar, ‘kullanım değeri’ kadar olduğu ve yerinde üretildiği sürece hiç bir sorun yok. Bu şekilde yapıldığı takdirde ne doğayı tahrip eden enerji nakil hatları ne de doğanın sermaye birikimine sokulması süreci karşınıza çıkar. Bugün dayatılan enerji ihtiyacı halkın enerji ihtiyacı değil. Halk için enerji ya da herhangi başka ihtiyaçtan bahsediyorsanız bu ihtiyaç ‘kullanım değeri’ üzerinden yerinde üretilerek karşılanırsa bunda ciddi bir sakınca yoktur.

Halkın kendi ihtiyacı için yerelde mikro-HES inşa etmek istediğini duysanız tavrınız ne olurdu?

Bu çok provakitif bir soru bana göre. Halk kendi ihtiyacı olan enerjiyi su üzerinden, güneş üzerinden, rüzgar üzerinden ya da bildiği başka yöntemle pekala üretebilir. Sadece kendi ihtiyacını karşılamak üzere üreteceği enerji yaşama daha az zarar veren bir üretme yöntemi ile yapılır; araştırılıp, irdelendikten sonra en uygun yöntem seçilir. Bunun doğaya verdiği zarar sanıldığı gibi büyük değildir. Örneğin köylüler geçimlik tarım yaptığı zaman suyu dereden almıyor mu? Suyu dereden aldığı zaman dereye zarar veriyor mu? Vermiyor. Üretilecek enerji de bu şekilde doğaya, ekolojik dengeye zarar vermeksizin ya da en az zarar verecek şekilde üretilebilir. Kullanım değeri üzerinden yapılan bütün üretimlerin verebileceği zarar herhangi bir şekilde telafi edilir, tolere edilir, doğa onu tolere eder. Sermaye biriktirmek için devasa güneş paneli tarlaları yapmakla, tarlada gerekli olan motorunuzun pili için küçük bir güneş paneli yapmak arasında dağlar kadar fark var. Birincisi doğa için yıkımdır, ikincisinin olumsuz etkilerini ise doğa tolere eder.

ENERJİYE İHTİYACIMIZ VAR MI?

Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı olduğu mevcut iktidar tarafından sık sık dile getiriliyor, bu doğru değil mi enerjiye ihtiyacımız yok mu?

Bir defa ‘enerji ihtiyacı’ sözleri ile dile gelen sistemin dili ve şirketlerin enerji ihtiyacı üzerinden okunan bir dildir. Bu bize ait bir şey değil. Bu halkın enerji ihtiyacı üzerinden kurulan bir dil bir argüman değil. Halkın enerjiye ihtiyacı yok mu? Ne münasebet halkın enerjiye ihtiyacı tabii ki var, hepimizin enerjiye ihtiyacı var; ama bu ‘enerjiye ihtiyacımız var’, ‘enerji açığımız var’, ‘enerjide dışa bağımlı hale geliyoruz’ gibi argümanlara yakından baktığınızda bunun bizimle bir ilgilisi olmadığını halkın enerji ihtiyacını karşılamak üzere bir şey yapılmadığını, aksine mevcut şirketlerin ihtiyaçları, projeksiyonları üzerinden bir okuma yapıldığını görürsünüz. Burada söz konusu olan, sermayenin kendi krizinden çıkmak için enerji politikaları üzerinden doğayı kendi sermaye birikimi içine çekmeye çalışmasıdır, halkın enerjiye olan ihtiyacı değil.

STK’LAR TRUVA ATI MI?

STK’lar konusunda fikirleriniz nelerdir, bazı STKların mücadeleyi kıran truva atı oluşumlar olduğu söylenebilir mi?

Evet, STK dediğimiz kurumlar, şirket mantığı içinde çalışan, sermaye gibi davranan, çoğunlukla sermayenin çıkardığı kurumlardır. WWF, TEMA gibi kurumların çoğu truva atı görünümündedir. Bunu STK’ların teorik kurgularında da uygulamalarında da görmeniz mümkün. Sermaye düzenine entegre oluşumlardır, sisteme karşı koymuyorlar. Ne yapıyorlar? Halkın kafasını karıştırarak ehlileştiriyor, mücadelenin içini boşaltarak başka bir alana evriltiyorlar. Sonuçta verilen mücadele boşa çıkıyor, şirketler vadilere, havzalara daha rahat girebiliyor. Dünya Su Konseyi’nin Lahey forumuna baktığınızda özel sektör, kamu ve STK işbirliğiyle havzaların bütünleşik olarak yönetilebileceğini zaten kurgulamışlar ve stratejilerine yerleştirmişlerdi. Avrupa Su Çerçeve Direktifi’nde de şimdi hazırlanan Su Kanunu Tasarısı’nda da bu stratejinin uygulamaya konulduğunu görüyorsunuz. Havzaların bütünleşik kullanımına bir komisyon karar veriyor. Bu komisyonda bakanlar, bakanlığa bağlı müdürlükler, bakanlığın seçtiği öğretim üyeleri ve bugüne değin doğa konusunda çalıştığı bilinen STK temsilcileri bulunuyor. Burada halkın temsilcisi olarak doğrudan bu STK dediğimiz sermaye gibi davranan kurumlar yer almaktadır. Oysa bu STKlar halkı temsil etmiyor. Yaşam alanlarını savunanlar bu truva atı STKlara karşı da mücadele etmek durumunda kalıyor o zaman, peki ne yapılabilir? Daha önce Karadeniz İsyandadır Platformu’nun yaptığı TEMA deşifresi gibi bu kurumlar deşifre edilmelidir. Ayrıca bu kurumların sermaye ile olan ilişkilerine de bakmak lazım, kiminin yürütme kurulunda, kiminin mütevelli heyetinde, kiminin sponsor olduğu projelerde sermaye ile iç içe geçtiklerini görürsünüz, bunların deşifre edilmesi yeterli.

Deşifre etme sürecinin pratikte sorunlu bir tarafı var, bu tür STK’ların gönüllüleri arasında dürüst, içten, çalışkan doğa dostu insanlar var. Deşifre, bu insanları ötekileştirme riski içermiyor mu?

Çok haklısınız, onlar çok defa bu kurumlar bünyesinde faaliyet göstermeyi bilerek seçmiyorlar, çocukluğundan beri kendilerine öğretilen bu. Şu anda ilk öğretimdeki eğitimlere bakıyorsunuz, TEMA şahane bir çevreci kuruluş olarak karşımıza çıkıyor. Ağaçla ormanı bile ayrıklaştıran, metabolik olarak yaran bir STK ilk öğretim kitapları içinde son derece onaylanan, önerilen bir kurum olarak sunuluyor; hatta çocukların üye olmalarına neden olacak kadar teşvik edilip öne çıkartılıyor. Durum bu iken, siz birdenbire çıkıp bu kurumu deşifre ettiğinizde haliyle ürküyorlar. Fakat deşifre çalışmasıyla gerçekler yavaş yavaş ortaya dökülmeye başlandığı andan itibaren o üyelikler yavaş yavaş azalacaktır, halk zamanla yanlışın farkına varacaktır. Bu durumda STK’ları kurumsal olarak karşımıza alsak da bireyleri karşımıza alıp ötekileştirmemek gerekiyor. Katılıyorum. Onları ötekileştirmeye başladığınızda alanlarda verilen mücadeleyi bir de bu taraftan kırmış oluyorsunuz, buna çok dikkat etmek gerekiyor.

Yalnızca STKlar mı deşifre edilmeli?

Yanlızca STKlar değil, bu STKlar gibi bilgiyi karartan, gerçekleri saptıran, sistem adına halkı yanıltan bilim insanları da aynı görevdedir; bunlar su şirketlerinin, enerji şirketlerinin danışmanları olarak çalışıyorlar, onların da deşifre edilmesi gerekir. Ayrıca Coca Cola gibi şirketlerin kendi ürettiği proje grupları var; bunlar yeşil ekonomi yaftası altında sundukları sözde ‘çevreye duyarlı’ projeleri televizyon reklamlarında, bilbordlarda yaygınlaştırıyorlar, bu grupların adları ortalıkta pek dolaşmıyor ama onlarında tıpkı bu şirketlerle organik bağları olan medya kuruluşları gibi deşifre edilmesi gerekir.

KADIN ve EKOLOJİ

Yuvarlakçay’dan Gerze’ye, Toroslar’dan Dersim’e, Kaz dağlarından Karadeniz vadilerine kadar ekoloji hareketi içinde hemen her yerde kadınların öne çıktığını görüyoruz. Tortumlu mutaassıp köylü kadınların, devletin kolluk güçlerini yedeğine alarak vadiye girmeye çalışan şirket dozerlerinin önünde ellerinde değnekler ve taşlarla etten barikatlar kurarak vadilerini savunduklarına tanık olduk. Medyaya da yansıyan bu görüntüler toplumsal belleğe canlı imgeler olarak kazındı. Benzerlerine pek rastlanmayan bu görüntüler, Anadolu’nun ne denli vahim bir saldırı altında bulunduğunun işaretlerini veriyordu. Bir benzetme yapmama izin verin, bal peteğine saldıran yaban arıları misali şirketler Anadolu’yu çepeçevre sardılar, karşılarında Anadolu’nun en sağlam, en oturaklı, en zinde gücünü bulmuş gibiler: kadın. Kraliçe arı bugün Anadolu’nun her yerinde teyakkuzda, isyanda! Kadının bu bitmeyen öfkesini nasıl okumak gerekiyor. Zira kentlerde de kadınların bütün silahlarını kuşanarak harekete geçtiğini görüyoruz.

İsterseniz sorunuza bir kadın olarak cevap vereyim. Kadının kendi bedeni ile olan ilişkisi aslında doğa ile olan ilişkisidir. Marks ‘doğa bedenimdir’ diyor; ekoloji tüm canlıların yaşam ağıdır, her canlının kendi bünyesindeki ağı izlediğinizde aynı ekolojik ağı orada da görüyorsunuz. Kadın bu ekolojik ağın süreçlerini bütününde yaşıyor. Bebeğin doğumuna kadar süreçlerin tamamını kendi bünyesi içinde yaşıyor. Dolayısıyla bu ekolojik ağa müdahalenin aslında yaşama nasıl müdahale olacağını o duyusal/sezgisel olarak biliyor. Onur Hamzaoğlu ve ekibinin Dilovası’ndaki çalışmasını düşünün. Bu çalışmada beden üzerindeki ekolojik ağı görmek mümkündür. Ekip, fabrikaların çıktılarından kaynaklanan kirlilik izini sürerken doğum yapmış annenin ilk sütünde ve bebeğin kakasında ağır metal izi buldular. Kirliliğin transferinin su, hava ve besin yoluyla olduğunu biliyorsunuz. Kirliliğin fabrikadan başlayarak doğaya oradan anneye ve annenin besin hattı üzerinden bebeğe kadar geçtiği görülüyor. Bu şekilde doğrudan o yolu takip etmek, o ekolojik bağlantıyı kurmanız mümkün olmaktadır. Kadın bu bağlantıyı daha kolay kurabilir. Kadın bebeğin sağlığı için kendi sağlığına özenmenin ne demek olduğunu, içindeki ekolojik ağ üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkileri sezgisel olarak çok iyi bilir. Kendi dışında da doğaya müdahale edildiğinde bunu bana göre erkekten daha önce algılar. Bir de şuradan bakmak lazım, kapitalizm erkek mantığıyla yürütülen bir sistem; emek sömürüsü söz konusu olduğunda kadın en çok mağdur edilenin kendisi olduğunu da biliyor. Dolayısıyla mücadeleye baktığınızda en önde kadını görüyorsunuz ve asla taviz vermiyor. Erkek sadece yaşam alanı savunma üzerinden yola çıkıyor bu yüzden taviz vermesi daha kolay. Kadın ise bu süreci bedeni üzerinden okuyor, emeği üzerinden okuyor, ekolojik sistem üzerinden okuyor ve asla taviz vermiyor. O ağa müdahale edildiğinde bu müdahalenin etkilerinin kendine kadar ve kendinden sonra gelecek kuşaklara kadar ulaşacağını biliyor.

AKADEMİDE BİR AKTİVİST

Türkiye’de yaşayan bir akademisyenin, Onur Hamzaoğlu örneğinde olduğu gibi, akademik özgürlüklerinin ve özlük haklarının tehlike altında olduğunu rahatlıkla söylenebilir. Akademik kimliğiniz yanında sizin bir de aktivist kimliğiniz var. Türkiye’de kadın olmanın getirdiği onca zorluğu bir tarafa bırakacak olursak, Türkiye’nin hemen her yerine, gerek akademisyen gerekse aktivist kimliğinizle gittiğinizi ve yaşam alanlarını savunmak için kıyasıya bir mücadele içine girdiğinizi görüyoruz. Orman ve Su İşleri Bakanı’nın sizi hedef alan sözleri de ortada iken, bu netameli dönemde bu iki kimlikle yaşamakta ısrar ederek bazı ciddi riskleri göze almış olmuyor musunuz?

Ben su havzaları üzerine çalışıyorum. Bu havzalara yapılan müdahalenin olumsuz etkilerini o havzada yaşayan insanlarla paylaşamıyorsam yapılan araştırmanın benim için hiç bir anlamı olmaz. Bir araştırmacının sorumluluğu içinde bu var. Ben sadece sorumluluğumu yerine getirmeye çalışıyorum. Bağımsız bir araştırmacıyım, istediğim konuda araştırma yaparım, biriktirdiğim bilgilerin sonuçlarını da halkla paylaşırım. Her ne kadar özlük hakları tehdit altında olursa olsun bir araştırmacı bu sorumluluğundan vazgeçmemelidir, hatta bu tehditler uygulamaya sokulsa bile. Doğa için, toplum için, bilim için araştırma yapıyoruz biz. Bilim insanları ve araştırmacıların sağlıklı araştırmalar yapabilmesi için özgür olmaları gerekir. Eğer akademik özgürlüklerimiz tehlikeye girer, bu özgürlüklere sınır çizilmeye kalkışılırsa o zaman bizim için başka bir mücadele alanı da kendi akademik özgürlüklerimize tekrar sahip olmak adınadır; bunu da yapıyoruz biliyorsunuz, bütün akademisyenler, öğrenciler, hep beraber akademik özgürlükler için de mücadele veriyoruz; tıpkı Onur hocanın verdiği mücadele ve onun mücadelesine hep beraber verdiğimiz destek gibi. Çünkü onun ya da başka bir akademisyenin özgürlüğünün kısıtlanması, o özgürlüğü kısıtlamaya çalışan akademisyenlerin de özgürlüğünün kısıtlanmasıdır ki bu aslında her birimizin toplumsal özgürlüklerinin sınırlarının zorlanması demektir. Bu bakımdan gerek akademik özgürlüğümün gerek özlük haklarımın tehdit altında olması beni çok ilgilendirmiyor.

GEZİ SÜRECİ

Bergama’da başlayıp yerellerde süren, kentsel dönüşüm projeleri ile kentlere yayılan ve Gezi sürecinde bir araya gelerek doruğa çıkan bu mücadele biçiminin ortak paydasının “ortak/müşterek yaşam alanlarımızı bedenlerimizle savunmak” olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, Gezi süreci boyunca da insanların özgürlük mücadelesine baktığımızda vadilerde yaşanan mücadelenin kente taşındığını, kentsel dönüşüme karşı mahallelerde farklı farklı süren mücadelelerle birleştiğini görüyoruz; ayrıca, sağlığın ticarileştirilmesine karşı verilen mücadeleler, eğitimin paralı hale getirilmesine karşı duran üniversitelerdeki öğrencilerin mücadeleleri, bütün diğer özgürlük mücadeleleri ile birlikte Gezi’de yine bedenler üzerinden verilen mücadele şeklinde karşımıza çıkıyordu.

Gezi sürecinin farkı ne idi sizce?

Gezi süreci başlı başına çok önemli. Hızlanan saldırılar, kente saldırı, kıra saldırı bütün bunlar ayrı ayrı durmayacaklardı zaten. Bu doğal sürecini yaşadı ve tam da o dönemde patladı. Kentsel dönüşüme karşı duranlarla, kırlarda vadilerinde mücadele edenler Gezi sürecinde buluştu. Bu olacaktı zaten kentle kırın bu metabolik ayrılığı sona erecekti. Bütün bu mücadelelerin buluşacağı bir zemin vardı. Bu beklenen bir şeydi. Gerçekleşen buydu. Bugün aynı şekilde mücadeleler devam ediyor, kentsel dönüşümle ilgili mücadeleler mahallelerde sürüyor, öbür tarafta vadilerde Ahmetler kanyonunda olduğu gibi, Biga yarımadası’nda Çanakkale’de, Peri Suyu’nda olduğu gibi hem gözaltılar hem saldırılar, hem de tutuklamalar sıcağı sıcağına devam ediyor. Gezi sürecinde tek fark bütün özgürlük mücadelelerinin kent ekseninde buluşmasıydı. Gezi sürecini belki böyle okumak da fayda var.

25 Nisan 2010 Kadıköy mitingi Gezi sürecinin habercisi olabilir mi sizce? Bu mitingde yerellerde verilen mücadelelerle kentte verilen mücadeleler buluşmuştu.

Çok haklısınız, katılıyorum. Bu miting Gezi’nin öncüsüydü. O gün bir saldırı olsaydı, belki orada başlayacaktı ve başka bir boyuta girecekti süreç. Ama bir sonraki aşamada Dünya Su Konseyi’nin yapıldığı Sütlüce’de saldırıldı biliyorsunuz. Sonuçta, bu beklenen bir süreçti. Gezi bütün sınırların zorlandığı ve zincirlerin kırıldığı kritik tarihi bir süreçti.

SÖZ KONUSU OLAN HUKUK YAŞAM HUKUKUDUR!

Ekoloji mücadelesinde hukuki durumun pek de lehimize gelişmediğini görüyoruz. KHK’larla, Torba yasalarla, Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma ve Su Kanunu gibi yasa tasarılarıyla mücadelemizin hukuki zeminini tahrip ediliyor. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir.

Bir kere burada söz konusu olan hukuk yaşam hukukudur. Onlar istedikleri kadar yasama ve yürütme ile bazı yasaları değiştirsinler ve sermaye düzeni lehine bu yasaları uygulamaya koysunlar hiç fark etmez, mücadeleler meşru zemin içerisinde verilir: Tüm canlılara ait yaşam yok edilemez

Yürürlükteki hukuka uygun olmayınca mücadele nasıl meşru olacak?

Meşru hukuku geri kazanmak için mücadele vereceğiz. Yaşam alanlarını savunanlar yalnızca gözaltına alınmakla kalmıyor tutuklanıyorlar. Ama ona karşı da mücadele veriyoruz. Bu bir faşizmdir, keyfiyetle yapılan tutuklamalar, göz altıları faşizmdir; sermaye düzenine, bu baskı düzenine uygun keyfiyetle çıkarılan yasalar bir dayatmadır, bu dayatmaya karşı mücadeleyi halk yürütür ve meşru zemini halk ortaya koyar. Ben şuna çok inanıyorum, bu meşru zemin kendi hukukunu yaratacaktır ve özgürlükler geri alınacaktır. Sivil itaatsizlik, bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar denendikten sonra girişilen yasa dışı bir eylem tarzıdır. Şöyle bir tanım yapılır; ‘Sivil itaatsizlik eylemi yasal değil ama meşrudur’. Evet, biz bugün yapılan ve değiştirilen yasaların tümüne aykırı davranıyoruz. Evet, yaptığımız yasal değil ama meşrudur. O yüzden yaşam alanlarına saldırıda bulunanların korkularına baktığınızda tek şey karşımıza çıkıyor: mücadele verenlerin meşru duruşları. Bu meşruluğun karşısında hiç bir dayatma duramaz! Bu çok net. Yaşam alanlarını ve yaşamı koruma üzerinden mücadele verenlerin ellerinde silah yok, güç yok ama en meşru, en temel insan hakkı olan yaşam hakları var, bu hakkı savunuyorlar, bunun için karşı koyuyorlar. Özgürlükler o kadar kolay elde edilmez, toplumsal mücadeleler tarihine baktığımızda bunu açıkça görürüz. Kesin olarak biliyoruz ki mücadele edenler kazanır!

Beyza hanım bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ederim. Siz bizim için çok değerlisiniz, dikkatli olun lütfen size bir şey olmasın.

Rica ederim İsmail bey ben de size çok teşekkür ederim. Çok emek verdiniz emeğiniz için teşekkür ederim.

NOT(1) Bu söyleşi Gezi direnişinden hemen sonra Aralık 2013 tarihinde Yeşil Öfke Gazetesi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır. Gezi Direnişi’nde Park Meclisleri’nde doğan gazetemizin o tarihteki adı Yeşil Öfke idi. Üçüncü sayı tamamlandıktan sonra gazetemizin adı Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi olarak değiştirilmiştir.

NOT(2) Beyza Üstün bugün aramızda değil. Şu iyi bilinsin! #BeyzaÜstünYalnızDeğildir

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın