Alamos Gold şirketinin doğaya verdiği tahribatı görünce bir tatil yerinde kalmak yerine karavanımla Kazdağları’na gidip yaşam savunucularına destek vermek istedim.
Kazdağları Balaban Tepesi’ndeki “Heryer Kazdağları” grubunun direniş çadırlarında yer alan nüfus ağırlıklı olarak gençlerden oluşuyordu. Çadırların hemen yanına park etmiş olduğu karavanı ile direnişe katılan Jeoloji Mühendisi İhsan İçten adında -ismi ile müsemma- bir direnişçi daha vardı. Uzun yıllar kamuda çalışıp emekli olan İhsan abi bütün zaman ve enerjisini direnişin hizmetine vermişti. Belediye Balaban’dan desteğini çektikten sonra İhsan abinin karavanı direnişin önemli aktörlerinden biri oluverdi. Kendisi Balaban’dan ayrılmak zorunda kaldığı zamanlar karavanın anahtarını direnişçilere bırakıp gidiyordu.
Direnişe katıldığım sırada İhsan abinin sabah yürüyüşüne kalkmayan gençleri uyardığını gördüğümde epey şaşırmıştım, bunun kimi genç arkadaşlarımızın tepkisini çekeceğini düşünmüştüm. Bunda yanılmadığımı çok geçmeden fark ettim. Fakat daha sonra bu arkadaşlarımızın İhsan abiyi olduğu gibi kabul ettiklerini de gördüm. Yapılan eleştirilere eleştirilerle karşılık veriyor ama onu dışlayan bir tavır içine girmiyor, aralarından biri olarak kabul ediyorlardı. Geçenlerde kendisini arayıp Karıncalar Ekoloji Ağı grubundan neden ayrıldığını sorduğumda bunu daha iyi anladım; grup içinde hiç kimseye kırgın olmadığını belirtiyor Kazdağları direniş alanında onu tanıyan arkadaşların da bildiği gibi gördüğü en ufak bir haksızlık ve/veya ilke kararları dışındaki davranışlara ani tepki verdiğini, “kendini kontrol etmekte” zorlandığını bu yüzden verdiği ani kararla gruplardan ayrıldığını, daha sonra düşündüğünde davranışının yanlış olduğunu fark ettiğini söylemişti. Tekrar gruba döndüğünde bu arkadaşları tarafından oldukça sıcak karşılanmıştı.
O “huysuz bir ihtiyar” olmaktan ziyade direnişçi gençlerin abisiydi; aileden, direnişin renklerinden biriydi; “Haksızlık gördüğümde hemen tepkimi veriyorum. Buna bir çeşit ‘delilik’ de diyebilirsiniz.” diyor. Genç direnişçiler bu delilik biçimini kendilerine pek yakın buluyor olmalılar…
“Bizim kuşaktaki insanları yönlendirmek bana düşmez, ancak göreceksiniz direniş alanında gençlerle birlikte olursanız, onların enerjilerinin bir kısmı size de yansıyacaktır, mücadele içinde, evde oturmaktan daha çok “yaşadığınızı” hissedeceksiniz, sorumluluklarınızı yüklenmeniz yaşantınıza ayrı bir renk katacaktır. Kısacası her yaştaki insanlara gereksinim var, karşımızdaki güçler donanımlı, “birlikte mücadele etmenin” coşkusu ile daha çabuk başarı elde edilecektir.”
“Alanda bulunan benimki gibi az sayıdaki araçlarla gereksinmelerimizi Çanakkale’den karşılıyor, içme ve kullanma suyu için gerekli ekipmanları satın alıp düzeni kuruyorduk. Maden alanı çevresindeki köyleri dolaşarak, köylülerin nabzını tutmaya, onlara madenin çevreye vereceği zararları anlatmaya başladık.“
“Ben karavanımı afişlerle donatarak birkaç günü, Çanakkale Merkez’de Pazar yerlerinde broşür dağıtarak geçirdim. Daha sonra alandan tanıdığım Gedizli bir arkadaş ile birlikte Uşak’a, Murat Dağı Yok Olmasın Platformu’na destek vermek amacıyla gittik.”
“Boş oturduğum zamanlar, kendime mücadele edecek konular araştırır, bir şeyler bulurum, o zaman rahat ederim. GEZİ direnişi, bu rahatlığı sağlamam adına bulunmaz fırsat yarattı bana. Sosyal medyada duyar duymaz 31 Mayıs’ta Kuğulu’da buldum kendimi, coşkulu bir kalabalık içinde. Orada ertesi gün Taksim için buluşma sözü verildi. O gece atlayıp İstanbul’a gittim.”
“Neden bu acele?” diyorsunuz, mücadele dışında canı sıkkın otururken karşıma çıkan bu “yaşam kaynağımı” bekletemezdim. Evet, belki biz yaşlarda olanlar için “karavanla” deniz kenarında, yaylalarda vakit geçirmek hoş görünebilir, benim için mücadele fırsatını değerlendirmek daha yaşamsal idi.
“Kirazlı Köyü Muhtarı, yanına birkaç yandaş köylüyü alarak Valilik önünde basın açıklaması yapıp bizleri “ne idüğü belli olmayan kişiler” ilan edip, çekip gitmemiz gerektiğini, onları rahatsız ettiğimizi savundu bir ara. Alan yakınında terk edilmiş kilit taşlarını belki alan içinde ileride gerekli olabilir diye alana taşımıştık. Ertesi gün yakındaki Kirazlı Köyü karakolundan, hakkımızda bu taşlarla ilgili şikâyet olduğunu, gelip ifade vermemiz gerektiğini söyleyen bir telefon aldık. Teker teker gidip ifade verip döndük. Sonra Valiliğin bir basın açıklaması Çanakkale yandaş medyada yer aldı “Hırsızlık” başlığı ile. Taşları taşıma sırasında kullandığımız karavanımın kamera görüntülerini de paylaşarak, bizleri hırsızlıkla suçlanan, gözaltına alınan, sonrasında serbest bırakılan kişiler olarak yansıttı.. 15 aydır hukuk mücadelem sürüyor ve sürecek.“
Söyleşi: İsmail Akyıldız, 1 Şubat 2021, Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Her konuda olduğu gibi “Yeşil/Ekoloji Hareketi”nin de elbet bir tarihsel süreç içerisinde gelişme ve/veya gerileme dönemleri olmuştur. Özellikle Dünyamızda yaşanan iklim değişiklikleri çevre konusunda insanları daha duyarlı olmaya yöneltmiştir. Doğayı rant uğruna kirletir, onun bir parçası olduğumuzu unutup, ekonomik nedenlerle kaynaklarını hor kullanır, çevrenin kendi doğasına aykırı yapıları yapmayı sürdürür isek, doğa bizlere bunu çok acı bir şekilde hatırlatır. Gelişmiş ülkelerde çevre/yeşil hareketlerinin farklı boyutları var, bunu önceki söyleşilerde rahatlıkla bulabilirsiniz. Bana göre de, kapitalizm kendini çevre hareketlerine “entegre” etmeye çalışarak, karşılaşacağı direnci olabildiğince azaltma yoluna gidiyor. Bazen de ekonomik gücüne karşın, açıkça doğayı kirletmeyi sürdürüyor, ona karşı tepkileri küçümsediği için.
Ülkemizde ise çevre hareketi farklı koşullarda gelişiyor. Çevre tahribatına yol açacak maden aramaları, taşocağı işletmeleri vb. gibi doğayı hemen tahrip eden işletmeler ile nükleer veya termik santrallerin zaman içinde oluşturacağı kirlenmeler, nükleer atık bertaraf edememe sorunları kamuoyuna iktidarlarca farklı yansıtılıyor. Yazılı ve görsel basını kontrol ettiklerinden, “enerji gereksinmesi, gelişme, uygarlık” söylemleri, geçim sıkıntısı içinde olan geniş halk kitlelerini rahatlıkla ikna edebiliyor. Aydınlar, çevre konusunda duyarlı olanların dışında ancak kendilerini doğrudan etkileyen yerel halk katılıyor çevre mücadelelerine. Sosyal medyanın, sivil toplum kuruluşlarının da etkisi ile ülkemizde son birkaç yıldır yeşil/ekoloji hareketi hız kazanmış, birçok yerde olumlu sonuçlar alınabilmiştir. Ancak yargı bağımsızlığının tartışılır olduğu ülkemizde ne yazık ki, yönetimler rant uğruna çevre tahribatlarına göz yumuyor, geriye dönüşü olmayan zararlara neden oluyorlar. Bu tahribatlarda yalnızca çevre/doğa etkilenmiyor, binlerce yıllık tarih ve kalıntıları da acımasızca yok edilebiliyor. İletişim çağı olanaklarının etkisi ile yaşam savunucuları seslerini daha rahat duyurmaya, daha geniş kitleleri etkilemeye başlamış olsalar da, henüz yeterince halk desteği sağlanamamıştır bana göre.
Korona virüs salgını, ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?
Enerji kullanımının azalması dolayısıyla daha az fosil yakıtın havayı kirletmesi, sanayii salınımlarının azalması doğal olarak çevre kirliliğinin azalmasına yol açabilmektedir. Bu da bize doğayı daha az kirletirsek, ondan daha fazla verim alacağımızı öğretti. Ancak bu olumlu etmenin yanında “salgın sürecini” bahane eden yönetimlerin, direnişleri kırmak, engellemek adına ortaya koydukları “yapay yasaklar” bazı yerlerde mücadelenin zayıflamasına yol açmaktadır. Örneğin Kazdağları Yaşam Savunucularına kesilen yüzbinlerce liralık cezalar, çadırların sökülüp alanın boşaltılması yönetimlerin pandemi bahanesi ile direnişleri kırmak, çevrecileri yıldırmak amacıyla uyguladıkları yöntemler. Gelişmekte olan ülkemiz de maalesef kapitalizmin etkisi dışında değildir. Çeşitli baskı yöntemleri ile direnişleri kırmaya, halkın gözünde yaşam savunucularını küçük düşürmeye çalışmaktadır yönetimler.
İçinde bulunduğumuz koşullarda bir araya gelebilmenin zorlukları, insanların daha çok eve kapanmaları ne yazık ki, mücadelelerin ivme kaybetmesine neden olmuştur. Özellikle artan işsizlik, hayat pahalılığı insanları daha çok içe kapatmış, yılgınlık yaratmıştır. Ne denli sosyal medya iletişimleri bu dönem artsa da, bu faktör aktif katılıma doğrudan yansımamaktadır.
Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?
Ekolojik kriz, özellikle gelişmekte olan ülkelerde daha fazla kendini hissettirmekte, daha çok tahribata yol açmaktadır. Kendi ülkelerinde, kamuoyu baskısı ve yasaları nedeni ile yapamayacakları tahribatları gelişmekte olan ülkelerde, yönetimlerle işbirliği halinde rahatça yapabilmektedirler. Yukarıdaki paragraflarda sözü edildiği gibi bunda kamuoyunun yeterince bilinçli olmaması, yargı bağımsızlığının tartışılır olması, yazılı ve görsel medyanın halkı “tek yanlı” ve yanlış bilgilendirmesi kapitalist şirketlerin ülkemizde rahatlıkla rant düzenlerini kurmalarına yol açabilmektedir. Ülkemizin doğal kaynakları, tarihi ve kültürel değerleri bu saldırıların kurbanı olmakta, geriye dönüşü çok zor tahribatlara yol açmaktadır. Özellikle yapılması planlanan Akkuyu ve Sinop Nükleer Santrallerinin ileride neden olabileceği “felaketler” kamuoyuna yeterince anlatılamamıştır. Aktif Ecemiş fayının yalnızca 30 km yakınına kurulacak Akkuyu Nükleer Santralı ve kurulacak yerinde şimdiden yüzbinlerce ağacın kesildiği Sinop Nükleer Santralının ileride yaratacağı “nükleer atık” sorunu, deniz suyunun kirlenmesi sonucu ortaya çıkacak sorunlara gebedir ülkemiz.
Bir diğer ekolojik sorun, ruhsat verilen altın ve diğer maden arama ve işletmelerinde milyonlarca ağacın kesilmesi, ayrıştırmada kullanılan zehirli maddelerin zamanla suya, toprağa karışarak oraları zehirlemesi, ayrıştırma sırasında kullanılacak milyonlarca ton su kaynağının israfı, taşocaklarının çevre tahribatı geleceğimizi yok eden etmenler olacaktır. Yalnızca Kazdağları ve çevresinde çoğu yabancılara verilen onlarca ruhsat, bu “doğa cinayetlerinin” vizesi olan birer örnektir. Kazdağları dışında ülkemizin birçok yerinde benzer ruhsatlar verilebilmekte, doğal zenginliklerimiz “Millet Bahçesi”, turizm alanı gibi gerekçelerle yok edilmekte, Hasankeyf gibi binlerce yılın tarihi mirası baraj suyu altında kalabilmektedir.
Karadeniz yaylalarının turizme kazandırılması amacı ile yapımına başlanan, bir kısmı yapıldıktan sonra şimdi ara verilen, yaylaları birbirine bağlayacak “Yeşil Yol”, maalesef güzelim Karadeniz doğasını bozacak, yaylaları asfalt ve beton yığınlarına dönüştürecektir. “Dolar yeşili çoğu zaman doğa yeşiline tercih edilmektedir.” Saydıklarım dışında yerel olarak birçok ekolojik sorunlar var, yönetimlerin doğaya ve çevreye bakış açıları değişmedikçe var olmaya devam edecek, doğal olarak da yaşam savunucuları ile buna izin verenler arasındaki mücadele sürecektir.
Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?
Bu sorunuzu, geçen yıl katıldığım ve iki ay orada mücadeleye destek verdiğim Kazdağları nöbet alanında yaşadıklarımla, daha sonra gittiğim Uşak’ta bir müddet beraber olduğum “Murat Dağı Yok Olmasın Platformu” çalışmalarını anlatarak, karşılaştırarak yanıtlamak istiyorum. Belki yazdıklarım için bana kızacak, eleştirecekler olacaktır, doğal olarak. Amacım, Kazdağları mücadelesini yıpratmak değil, tersine bana göre yanlışları ortaya koyarak “olması gereken mücadele şekli ne olmalıdır?” sorusu ile tartışma alanı açmaktır. Yanılıyor olabilirim yorumlarımda ama yalnızca bu konuda düşünülmesinin, tartışılmasının yararlı olacağını sanıyorum.
Geçen yaz, Kazdağları’nda Alamos Gold şirketinin doğaya verdiği tahribatı sosyal medyada görünce, karavanımla bir tatil yerinde kalmak yerine, oraya gidip, yaşam savunucularına destek vermek istedim. Gittiğimde henüz Çanakkale Belediyesi’nin de içinde olduğu Komitenin “Su ve Vicdan Nöbeti” devam ediyordu. Yüzlerce çadır destek için orada idi. Daha sonra yapılan “baskılar” sonucu Belediye desteğini azalttı, nöbet alanını başka yere taşımayı önerdi. Yapılan birçok forumlar sonrası, çoğumuz (şirketin şantiye alanına yakın olduğu için) alanda kalmayı ve mücadelemizi burada sürdürmeyi yeğledik. Bazı desteklerin geriye çekilmiş olması nedeni ile alanda gereksinmelerimizi karşılamak üzere yeni düzenlemeler ve lojistik desteğe gerek duyduk. Alanda bulunan benimki gibi az sayıdaki araçlarla bu gereksinmelerimizi Çanakkale’den karşılıyor, içme ve kullanma suyu için gerekli ekipmanları satın alıp düzeni kuruyorduk. Çevre il ve ilçelerdeki STK’lardan ve çevre gönüllülerinden destek aldık. Karavanımla maden alanı çevresindeki köyleri dolaşarak, köylülerin nabzını tutmaya, onlara madenin çevreye vereceği zararları anlatmaya başladık. Şirket daha önce her köyden 5-6 genci güvenlik diye işe almış, bazı köylere “düğün salonu”, çeşme yaparak köylüleri yanına çekmeye başlamıştı. Biz gidince, yakını Alamos Gold’un taşeronu Doğu Biga Madencilikte çalışanlar bize mesafeli davranıyor, evlerinin önünde karşılaşıp sohbet ettiğimiz diğer köylüler de madenin vereceği zarardan haberdar olduklarını, madene karşı olduklarını dile getiriyor ama açıkça eyleme katılamıyorlardı, yakını madende çalışan komşusuna ayıp olmasın diye. Nöbet alanının bağlı olduğu Kirazlı Köyü Muhtarı, yanına birkaç yandaş köylüyü alarak Valilik önünde basın açıklaması yapıp bizleri “ne idüğü belli olmayan kişiler” ilan edip, çekip gitmemiz gerektiğini, onları rahatsız ettiğimizi savundu bir ara. Alan yakınında terk edilmiş kilit taşlarını belki alan içinde ileride gerekli olabilir diye alana taşımıştık. Ertesi gün yakındaki Kirazlı Köyü karakolundan, hakkımızda bu taşlarla ilgili şikâyet olduğunu, gelip ifade vermemiz gerektiğini söyleyen bir telefon aldık. Teker teker gidip ifade verip döndük. Sonra Valiliğin bir basın açıklaması Çanakkale yandaş medyada yer aldı “Hırsızlık” başlığı ile. Taşları taşıma sırasında kullandığımız karavanımın kamera görüntülerini de paylaşarak, bizleri hırsızlıkla suçlanan, gözaltına alınan, sonrasında serbest bırakılan kişiler olarak yansıttı. Hâlbuki “masumiyet karinesi” denilen temel hukuk doktrinine göre bize hırsız diyemeyeceği gibi karavanımın fotoğrafını paylaşarak beni hedef tahtasına koyamazdı. Savcılık, soruşturmanın hemen başında ifadelerimize ve taşların bulunduğu yere göre suçlamanın yersiz olduğuna ve soruşturmaya gerek olmadığına karar verdi. Kısacası daha soruşturma yapılmadan Valilik, biz yaşam savunucularını hırsız ilan edilerek, kamuoyu önünde küçük düşürmek istedi. Yaşam savunucularının bu şekilde kamuoyu önünde “küçük düşürülmeye” çalışılmasına karşılık, Çanakkale İl Özel İdaresinden aldığım bir yazı ile bu taşların aslında İl Özel İdare tarafından Kirazlı köyüne verildiğini belgeledim. Balaban tesisi işletmecisi taşların verildiği dönemde Kirazlı köyü muhtarı idi. Aldığı taşları kiracısı olduğu Balaban tesisine döşemiş, geri kalanını atmıştı. Avukatım aracılığı ile eski muhtar hakkında “suç uydurma, iftira, görevi kötüye kullanma, zimmet” suçlaması ile buna tanıklık eden şimdiki muhtarı benzer suçlamalarla savcılığa şikâyet ettim. Çanakkale Valiliğinin soruşturma izni vermemesi, hem de İzmir Bölge İdare Mahkemesi’nin kesin kararına karşı kanunsuz bir şekilde direnmesi sonucu yaklaşık 15 aydır hukuk mücadelem sürüyor ve sürecek.
Alanda tüm kararları düzenlenen forumlarda yer alıyor, demokratik işleyiş içinde mücadelemizi sürdürüyorduk. Komitenin ayrılması sonrası çadır sayısı yarı yarıya azaldı. Bu arada yeni yaşam savunucuları çağrısına uyarak gelenler, yorulup ayrılanlar oldu. Zamanla geride ister istemez bazı siyasi parti üyeleri, bazı STK’lar, İstanbul’da kurulan Kazdağları İstanbul Dayanışması (KİD) üyeleri ve benim gibi ilerici ama hiçbir partiye bağlı olmayan aktivistler kaldı. Bu durum forumlarda “demokratik karar” almayı zorlaştırdı. Evet, forumlarda herkesin eşit söz hakkı vardı ve kararlar oybirliği ile alınıyordu ama sözünü ettiğim gruplara üye arkadaşların bir kısmı kendi aralarında anlaşarak alınacak kararlarda etkili olup, kendi istedikleri kararları almaya zorluyorlardı. Farklı siyasi düşüncelerde olanların, farklı ideolojidekilerin aynı görüşte olmaları elbet beklenemezdi. Ancak, “birlikte mücadele edenlerin” ortak noktalarda birleşmeleri, dağılmamaları gerekiyordu. Yanlışları olmasına karşın, ayrılan Komite ile iplerin koparılmaması gerekiyordu. Komite Çanakkale Merkezdeki birçok STK’ları da içinde barındırıyordu. Yazdığım gibi forumlarda ve sosyal medyada Komite’ye karşı yapılan haklı/haksız eleştirilerle ipler koptu. Bunda Belediye ile sözünü ettiğim siyasi grupların farklı partilerde olması etken oldu. Bir müddet sonra Greenpeace’de, forumlardaki bu sorunlardan dolayı alandan çekildi. Gruplar sayı azaldıkça, kendi düşüncesinde olanları davet ederek, forumlarda etkilerini arttırdılar. Bunun dışında yeni gelenlerin bir kısmı, daha önce alınan ilke kararlarına uymayıp, gece geç vakitlere kadar oturup, sabah yürüyüşlerine katılmayınca onlarca kişi içinde sabah yürüyüşlerine katılım çok azalmaya başladı. Direniş alanında elbette mücadele ile birlikte eğlence de olacaktı ancak ortak alınan kararlara uymak koşulu ile. Direniş alanı “kararlı” mücadele gerektirir, karşımızda tüm güçleri ile yönetimler ve yandaş medya vardı. Kamuoyu önünde Kazdağları direnişinin haklı olarak kazandığı imajı etkileyecek davranışlara yönelmememiz gerekmekte idi. Tüm gücümüzle direnmeli, şantiye alanına yürüyüşlerimizle bu direncimizi olabildiği ölçüde şirkete ve yönetime göstermeli idik. Forumlarda bu konudaki uyarılarımızın dikkate alınmaması sonucu benim de içinde olduğum birkaç arkadaş alandan ayrıldı.
Ben karavanımı afişlerle donatarak birkaç günü, Çanakkale Merkez’de Pazar yerlerinde broşür dağıtarak geçirdim. Daha sonra alandan tanıdığım Gedizli bir arkadaş ile birlikte Uşak’a, Murat Dağı Yok Olmasın Platformu’na destek vermek amacıyla gittik. Orada tanıştığımız Platform üyelerinin bir kısmı bazı sol partiden olmak üzere genellikle ilerici kimselerdi. Uşak Belediyesi ile maden alanının olduğu Gediz Belediyesi iktidar partilerine ait olmasına karşın Platform ile “ortak” çalışıyorlardı. Şevval Sam konseri öncesi gittiğimiz için tüm şehre afişlerin asılması, broşürlerin dağıtılması gerekiyordu. Afişlerde Platformun adının yazılı olmasından dolayı önceleri esnafın karşı çıkacağını sandım. Tersine şehir merkezinde dolaştığımız birçok esnaf vitrinine asılmasına razı oldu, hatta kendisi astı. Bu Platform ile farklı görüşte olmasına karşın, halkın desteğini gösteriyordu. Zaten mücadeleleri sonrasında başarı kazandıklarını, Murat Dağı’nda yapılması düşünülen maden işletme ruhsatının iptal edildiğini duydum.
Koronavirüs salgını Kazdagları’nda nöbet tutan ve onların direnişlerine dışarıdan destek veren yaşam savunucularını nasıl etkiledi. Alamosgold ve devlet kurumları bu süreci nasıl okudu?
Salgın, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, iktidarlara yaşam savunucularını yıldırmak, mücadele alanı dışına itmek için bulunmaz fırsat tanıdı. Alanda kalan arkadaşlara jandarma aracılığı pandemi cezaları kesilmeye başlandı. Az sayıda olmalarına karşın cezalar yüzbinlerce liraya dayandı. Onda da yıldıramayınca bu kez çok sayıda jandarma ile alan boşaltıldı. Buna karşılık ruhsat süresi geçen yılın 13 Ekim’de dolan Alamos Gold, taşeronu aracılığı ile alandaki faaliyetlerini sürdürdü. Bu faaliyetleri yerinde gözlemleyen yaşam savunucularına elbet alanda mücadelelerini sürdürme izni verilemezdi.
Gezi ve Kazdaglari direnişini sosyal medyadan duyar duymaz -hemen bir gün sonra- harekete geçip direnise katildiginizi söylüyorsunuz? Neden bu acele? Sizi motive eden şey ne idi?
Çocukluğum Hatay’da geçti, “Medeniyetler Şehri”nde. Orada dört ayrı inanç karşılıklı hoşgörü içinde “kardeşçe” yaşamlarını sürdürüyorlar. Son yıllarda demografik değişimlerle bu biraz değişmiş olsa da, hiçbir zaman orası, Sivas’ta, Maraş’ta veya bir başka şehirde yaşanan katliamlara sahne olmadı. Bu barış ortamında yetiştim, yalnızca çevrem değil doğal olarak, okuduklarım da benim yaşam felsefem üzerinde çok olumlu izler bıraktı. Ailem muhafazakar olmasına karşın, Turan Dursun’un “Din Bu” serisi beni, inançlarımı etkiledi. Küçüklüğümden beri “haksızlıklara” tepki verme güdüsü taşıyorum. 80 öncesi yaşadığım üniversite yıllarında olsun, daha sonra meslek yaşantım içerisinde olsun kendimi hep “mücadele” içinde buldum. Daha önce söz ettiğim gibi 90lı yıllarda kamu çalışanlarına sendika kurma hakkı yasak idi, ancak Anayasa’nın 90. maddesinin “Uluslararası sözleşmeler, iç hukukun üstünde” ilkesinden yararlanarak kamu çalışanlarını sendikal faaliyetlere katmaya çalıştık, burada da etkin görev ve sorumluluklar aldım. Yaşadığım bölgedeki sorunlara karşı arkadaşlarla “Eryaman Dayanışma Derneği”ni kurduk, çevresel sorunlara tepkilerimizi dile getirdik. Kısacası yaşantım hep mücadele içinde geçti, geçiyor, yaşamımın ayrılmaz bir parçası oldular. Boş oturduğum zamanlar, kendime mücadele edecek konular araştırır, bir şeyler bulurum, o zaman rahat ederim. GEZİ direnişi, bu rahatlığı sağlamam adına bulunmaz fırsat yarattı bana. Sosyal medyada duyar duymaz 31 Mayıs’ta Kuğulu’da buldum kendimi, coşkulu bir kalabalık içinde. Orada ertesi gün Taksim için buluşma sözü verildi. O gece atlayıp İstanbul’a gittim. Taksim’e ilk hücum püskürtülmüş idi, daha sonra Kadıköy’den vapurlarla salkım saçak gelenlerle birlikte ikinci girişim başarılı oldu, Taksim’e girildi. Dönüşte aylarca yakındaki park içinde forumlar düzenledik, yürüyüşler yaptık. Daha sonraları bu denli aktif mücadele alanlarında olamadım. Çevremde yaşadığım sorunlarla ilgili mücadelemi sürdürürken sosyal medyada yine Kazdağları’nda yaşanan çevre katliamlarını gördüm. İşte yine beni yaşama bağlayacak bir “macera” çıkmıştı karşıma. Hemen ertesi sabah karavanımla Çanakkale’ye gittim, alanı buldum, karavanımla direnişe destek vermeye başladım. “Neden bu acele?” diyorsunuz, mücadele dışında canı sıkkın otururken karşıma çıkan bu “yaşam kaynağımı” bekletemezdim. Evet, belki biz yaşlarda olanlar için “karavanla” deniz kenarında, yaylalarda vakit geçirmek hoş görünebilir, benim için mücadele fırsatını değerlendirmek daha yaşamsal idi. Zaten ülke içinde gezmediğim çok az yer kalmıştı karavanımla. Kazdağları direniş alanında uzun süre kalmayı düşlerken, yaşadığım bazı “sorunlar” yüzünden iki ay sonra ayrılıp, bu kez “Murat Dağı Yok Olmasın” platformuna desteğe gittim. Pandemi nedeni ile direnişlere aktif katkım ne yazık ki kısıtlı. Onun yerine daha önce sözünü ettiğim Çanakkale Valisi’ne karşı hukuk savaşı vermekle kendimi avutuyorum 15 aya yakın zamandır. Bu mücadeleler için beni motive eden farklı bir etken yok, yapım bu. Katıldığım gruplar içinde iken de, haksızlık gördüğümde hemen tepkimi veriyorum. Buna bir çeşit “delilik” de diyebilirsiniz.
Gezi ve Kazdağları direnişinin ağırlıklı olarak gençlerden oluşması kuşkusuz mücadelenin dinamizmi ve yaratıcılığı açısından oldukça etkili olmakta. 1950li yıllarda doğmuş biri olarak ağırlıklı olarak 90lı yıllarda doğmuş bu kuşağın tarihsel bir sorumluluk alarak öne atılması konusunda düşünceleriniz, buna ek olarak varsa onlara yönelik eleştirileniz nelerdir?
Gerek GEZİ direnişlerinde gerekse çevre/ekoloji mücadelelerinde gençler gerçekten çok dinamik ve yaratıcı mücadele örnekleri verdiler. Onları bu mücadelelere katan, son yıllarda daha çok hissedilen iklim değişiklikleri, ekonomik bunalımlar, işsizlik gibi sorunların onları daha çok etkilemesi. Sosyal medyayı onlar daha çok kullanıyor, dolayısıyla iletişimi daha fazla kullanabildikleri için, aralarında mücadeleye katılımı sağlamaları daha kolay oluyor. Doğal olarak belirli yaş grupları üzerinde olanlar da sosyal medyayı kullanıyor ancak, oran gençlerden yana. Gençlerin bu mücadelelerde çok daha etkin roller almasının iyi taraflarının yanında, “deneyimsizliklerinden” kaynaklanan, “ben her şeyi bilirim” anlayışı zaman zaman mücadelelerde ufak da olsa sorunlara neden olabiliyor. İdeolojilere aşırı bağlılıkları, onları yanlış kararlara yönlendirebiliyor. Geçmiş mücadeleleri yaşamış, oralarda deneyimler kazanmış olanların bu deneyimlerinden yararlanmaları daha az hata yapmalarına ve mücadelelerin daha çok başarı kazanmasına neden olabilir.
Sizin gibi yetişkin insanlara yönelik bir çağrınız var mı? Neden onları gençlerin üstlendiği bu sorumluluğa nadiren ortak olduklarını görüyoruz?
Belirli yaş grubunda olan bizler, çoğunlukla emekli olmuş, belirli bir gelire sahip, ekonomik ve çevresel sorunlardan çok az etkilenen kimseleriz. Birçoğumuz geçmişte yaptıklarımızı yeterli görüyor, aktif mücadelelere pek katılmıyor, daha çok “klavye” başında “öğütler” vermekle zamanını geçiriyor. Deneyimlerini aktif mücadelelere yansıtan yaşam savunucuları az değil elbette, ancak belirtiğim gibi gençler kadar değil. Belki geçmiş mücadele yaşantılarının verdiği yorgunluk, onlarda bu görevi gençlere devretme duygusunu yaratmış. Aslında Nazım’ın dediği gibi “YETMİŞİNDE BİLE, MESELA, ZEYTİN DİKECEKSİN, HEM DE ÖYLE ÇOCUKLARA FALAN KALIR DİYE DEĞİL, ÖLMEKTEN KORKTUĞUN HALDE ÖLÜME İNANMADIĞIN İÇİN, YASAMAK, YANİ AĞIR BASTIĞINDAN”. Bizim kuşaktaki insanları yönlendirmek bana düşmez, ancak göreceksiniz direniş alanında gençlerle birlikte olursanız, onların enerjilerinin bir kısmı size de yansıyacaktır, mücadele içinde, evde oturmaktan daha çok “yaşadığınızı” hissedeceksiniz, sorumluluklarınızı yüklenmeniz yaşantınıza ayrı bir renk katacaktır. Kısacası her yaştaki insanlara gereksinim var, karşımızdaki güçler donanımlı, “birlikte mücadele etmenin” coşkusu ile daha çabuk başarı elde edilecektir.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Yeşil/ekolojik mücadelenin “siyasi” boyutu yıllardır tartışılır. Evet, mücadele çevre katliamlarına izin verenlere karşı yapıldığı için siyasi olabilir ama “siyasi parti ideolojisi” değildir. Bana göre çevreye duyarlı her görüşte insanın bu mücadelelerde bir araya gelip “ortak” mücadele yürütmesi başarı için zorunlu. Mücadeleyi sürdüren kişilerin bağlı oldukları ideolojileri, partileri ne denli farklı ise, her parti ve/veya ideolojinin kendi içinde de farklılıkları olacaktır. Önemli olan bu farklılıkları öne çıkarıp, ayrışmak yerine eskilerin değimi ile “asgari müştereklerde” birleşebilmenin yollarını bulabilmemiz bana göre. Gençliğimizde “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganları atıyorduk. İdeolojik farklılık ister istemez mücadele zemininde farklı görüşlere yol açabiliyor doğal olarak. Yöntemlerin daha radikal olmasını isteyenlerle, bu tür eyleme hazır olmayanlar arasında kopukluk olabiliyor. Kitle desteğinin önemli olduğu birçok mücadele alanında, “siyasi ve kişisel egoların” terk edilerek ortak alanlarda birleşilmesi zorunludur.
Benzer ayrışmayı, henüz kamu çalışanlarına “sendika” kurma hakkının verilmediği, Anayasa’daki Uluslararası sözleşmelerden doğan hakkımızı kullanarak, 1992-93 yıllarında kurduğumuz Kamu Çalışanları Sendikası örgütlenmesinde de yaşadım. O dönem Enerji-Sen Genel Merkez yönetiminde idim, başlangıçta kurumumdaki çalışan 530 kamu çalışanından 330 kişiyi örgütleyebilmiş, hem de maaşlarından idarece sendika aidatı kestirebilmiş idik. Ancak daha sonra bazı ideolojik ayrışmalarla bu sayı 130 kişiye düştü ve azınlıkta kaldık.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?
1953 yılında Antakya’da doğdum. Liseyi Antakya’da üniversiteyi Ankara’da okudum. Hacettepe Üniversitesi mezunu Jeoloji Yüksek Mühendisiyim. Kamudan emekliyim. 25 yıl ülkemizin birçok bölgesinde, baraj projeleri üzerinde çalıştım. Arazi çalışmalarım zaten var olan doğa sevgimi daha da arttırdı. Projelerimde, üstlerimle çatışma pahasına doğanın daha az tahrip edileceği seçenekler üzerinde durdum. Bu arada yukarıda sözünü ettiğim gibi bir dönem ENERJİ-SEN kamu çalışanları sendikası Genel Merkez yönetiminde bulundum. Daha sonraları Greenpeace Ankara Yerel Grubu üyesi olarak çeşitli çevre etkinliklerinde bulunduk. İkamet ettiğim Eryaman yakınlarında kurulan YHT Ağır Bakım Şantiyesine Valilikçe verilen “ÇED Gerekli Değildir” kararına karşı mücadele yürütmek üzere kurulan Eryaman Dayanışma Derneği’nin Genel Sekreterliğini yürüttüm. Bu şantiyede ülkedeki tüm vagonların yıkama, yağlama, ağır bakımları yapılacaktı. ÇED gerekli kararını aldığımız ve karar Danıştay’da da onandığı halde Valilik ufak değişiklikle yeniden ÇED Gerekli Değil kararı alarak işletmeye izin verdi. Ekonomik nedenlerle derneğimizi ve hukuk mücadelemizi sonlandırmak zorunda kaldık. Sonuçta şimdi şantiyeden ağır kokular geliyor, kilometrelerce uzağa dek. Bir avuç gönüllü dernek yönetiminin ekonomik gücü ancak belirli bir yere kadar yetebiliyor.
31 Mayıs’ta Ankara Kuğulu Park’ta başlayan GEZİ direnişine katıldığımı, 1 Haziran’da Taksim’de olduğumu, sonrasında Ankara’da mahalle forumlarında ve yürüyüşlerinde bulunduğumu söylememe gerek var mı, bilmiyorum? Özeleştiri olarak, haksızlık ve ilkesizlik karşısında öfkemi kontrol edemiyorum, ani tepkiler veriyorum. Bir yandan bunun yanlış olduğunu düşünüyorum, diğer yandan Stephane Hessel’in “Öfkelenin” kitabında belirttiği gibi aslında yaşananlara duyarsız kalmak yerine öfkelenmek gerektiğini düşünerek avunuyorum.
2 yorum
İhsan abinin ayrıldığı gece küçük bir meseleden dolayı sinirlendi ayrılacağını söyleyerek alandaki forumu terk ederek karavanına gitti ben (Ali Arslan), Mehmet Öztürk, Serkan Kabak ve Ferzan ile yanına gittik yaklaşık olarak iki saat konuştuk gitmemesini rica ettik İhsan abi biraz kafasını dinlemek istediğini yakınlarda olacağını, Çanakkale civarında gezeceğini sabah ayrılacağını söyledi İhsan abinin dediklerine iki konu hariç katılıyorum o eylemi Çanakkale komitesi ile başlatan ilk 13 kişiden biriyim komitenin yanlış tutumları ve dışardan gelen kişileri dışlamaları sonucu birlikte hareket etmenin imkanı kalmadı ancak bazı genç arkadaşların forumlarda fevri sözleri de yanlıştı ikinci konu politik ve apolitik kişiler vardı, veganlardan, tüm politik ve apolitik gruplardan insanlar vardı ancak hiçbir zaman siyasi grupların bir baskısı ve yönlendirmesi olmadı tek bir pankart veya flama bile yoktu yapılacak eylemler saatlerce konuşularak forumlarda demokratik ortamda oylama sonucu kararlar alınarak uygulandı zaten bundan dolayı bir kez olsun bile gözaltı olmadı barışçıl demokratik Türkiye nin en büyük ekolojik direnişlerden biriydi, halen de farklı biçimlerde bu direniş sürüyor ben de bir STK nin temsilcisi olarak orada bulunuyordum Çanakkale deki STK larin tamamına yakını direnişçileri destekliyordu, komiteyi değil.
Ali Bey söyleşimi okuyup, eleştiride bulunduğunuz için size teşekkür ederim. Yalnız bazı düzeltmeler yapma gereği duydum. “Küçük bir mesele” dediğiniz olayı yazmak zorunda hissettim. O gün öğleden sonra forum oldukça uzamıştı, şantiye alanına yürüyüş yapmamız gerekiyordu. Hava kararmak üzere idi, gece orman içinde yürümenin güvenlik açısından sakıncalı olduğunu düşündüğüm için karavanımla belirli bir yere kadar gidip, sonrasında kapıya kadar sloganlarla yürümeyi önerdim. Öneri benden geldiği için 10 hayır, 3 evet çıktı oylamada. Sonunda elimizde fenerlerle orman içinden yaya kapıya kadar yürüyüp döndük. Asıl ilginç olan hayır oyu veren 10 kişiden sekizi katılmamıştı yürüyüşe. Serkan arkadaşımız bu olayı anımsayacaktır. Bunun dışında parti flaması yoktu ama alan kütüphanesine bir partinin çok sayıda yayını getirilmişti, itiraz etmemize karşın. Forumlarda en başta barışçıl yürüyelim kararı alınmış iken, hemen her forumda güzergah dışına çıkalım, şantiye alanına girelim tartışmaları yaşıyorduk, özellikle dışarıdan belirli gruplar geldiği zaman. KİD forumlarda alınan kararları beğenmeyip, kendi kararlarını uygulayabiliyordu, Ankara yürüyüşü kararında olduğu gibi. Bu durumda forumda alınan kararlar deftere yazılsın dendi, sürekli aynı tartışmaları yaşadığımız için, defter sayfalarına farklı el yazısı ile ilaveler yapıldı. (Bende fotoları var). Alanda benim kadar kalmadığınız neler yaşadığımı anlamanız kolay değil. Bunları söyleşimde yazmadım, ancak “küçük nedenle” alanı terk etti eleştirisine yanıt vermem gerekiyordu, yanlış anlaşılmaları önlemek için. Son olarak Çanakkale’deki hemen tüm STK lar destekliyordu ifadenizin de yanında değilim. Bırakın alana gelmeyi, Çanakkale içinde yapılan eylemlere katılan sayısını göz önüne alırsanız, ne demek istediğimi anlarsınız.