Gezi sürecinin sıcaklığı ile Cemil Aksu tarafından yazılmiş bu yazı Ekoloji Kolektifi Derneği tarafından yayınlanan Kolektif dergisinin Eylül 2013 sayısında yer almıştı. Sosyal medyada bulunmayan yazıyı Gezi direnişinin 6. yılında Yeşil Direniş gazetesinde yayımlıyoruz.
Önce gaz ve toz bulutu vardı…
“Gezi süreci”, “Haziran ayaklanması”, “Taksim direnişi”… Bir “olay” hakkında konuşmaya en çok kim ehliyetlidir; olayın içinde olan kahramanlar mı, olaya katıldıkları rivayet edilen muhitleri yakinen bilenler mi; olayı değişik iletişim kanalları üzerinden takip eden mi; birçoğu çok eski zamanlara ait olsa da değişik filozoflara ait kavramlarla olay üzerinde çalışan analist mi; yılların deneyimine sahip ‘abi’ ya da ‘usta’ politikacılar mı? Bir “olay”ın sözünü, ‘sözcüleri’ne ve onların dile getirdiği taleplere; olay anında dillendirilenlere ya da olaya katılanların görü(n)üşlerine bakarak yakalayabilir miyiz? Daha da çoğaltılabilecek bu soruların yönteme dair sorular olduğunun farkındayım. Henüz yaşanan bir “olay” hakkında konuşmanın sakıncalarından biri, ‘yeni’ olanı eski olana benzerlikleriyle örtmektir; diğeri de “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demektir. (1) “Bir mısra boyu” bile tutmayan kişisel deneyimim zarfında, her ikisine de gereğinden fazla sayıda tanık oldum. Bu nedenle, içinde miyim, dışında mıyım, kestiremediğim bu akışa analizci mesafeler koymadan; kıyıda, deniz soğuk mu, tuzlu mu, dalgalı mı, ilerde emin bir liman var mı, içinde köpek balıkları yaşar mı, beni alır anaforlarda kaybeder mi gibi kaygılarla durmadan, bekleşmeden katılmanın şimdilik tek doğru yol olduğunu düşünüyorum. Elbette böyle bir akışa katılmak için ilk yapılması gerekenin, sana ne kadar doğru gelirse gelsin fikirlerinin, yollarının, yöntemlerinin “tek yol” olamayabileceğini akıldan çıkarmamak ve bu mütevazilikle konuşmak olduğunu da unutmadan…
İlla ki kökleri çok eskilere ve değişik coğrafyalara dayandığını gönül rahatlığıyla kabul edebileceğimiz bir Ruh var. Bu Ruh’un bir kısa biyografisini yazanı da çıkacaktır içimizden elbet. Bana soracak olursanız, bu Arayış Ruhu ya da Arayışçı Ruh’tur. Bu ruha neden Arayış(çı) adını vermek gerektiğinin herkesçe bilinen gerekçesi şudur: “Başka türlü bir dünya mümkün”. Bu basbayağı Utopia’cı olmayan bir ütopyacı ruh. (2) Hiçbir şeye tam kafası yatmayan, olabilirlikleri çoğaltan, bütünlüklü olmayan, amorf, çatlaklar yaratan ya da bulduğu çatlaklardan dal-budak veren bir incir ağacı (ocağına incir dikeceğiz!), sorular üreten bir ruh. Bu yüzden de direnişçi değil; sürekli taarruz halinde. (4) Ara sıra farklı davransa da, hep iktidara bakan –sen uçuruma bakarsan uçurum da senin içine bakar, demişti Nietzsche-, iktidardan talep eden, iktidara yüklenen değil, (5) “nehirler gibi”, duran, dinleyen, yoklayan, dolanan, yayılarak yeknesak olan, birikip birikip taşan, kendine kıvrılan bir ruh. İsyan etmek, asi olmak için plan-program, strateji oyunlarına gerek duymuyor; belki Marcos haklı, onur isyan için yeterlidir. Bütün tekil ve tikel “özne”lerin mutlak eşit olduğu bir içkinlik düzlemi… Onu hem iktidar hem “siyasetbilimci”ler, hem de Marksist-Leninist ve de Maoist teorisyenler için anlaşılmaz, kontrol edilemez, öngörülemez ve de netameli yapan da bunun gibi özellikleri. (6) 1999’da Seatle’de ve ardından Amerika’da ve Avrupa’da boy veren, Arjantin’de, Bolivya’da, Venezuella’da, Lacandona ormanlarında, Akdeniz kıyılarında ve dünyanın dört bir yanında, başka bir dünya arayışına çıktığını söyleyen bu Ruh’tu.
Bu genel betimlemelerden hareketle bu Ruh’un İstanbul’daki belirişlerine dair birkaç anekdot aktarmak istiyorum. Sadece 90 sonrası dönemin gazetelerini karıştırsak, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesini kurduğumuz kaç olay’a tanıklık ettiğimizi ortaya çıkarabiliriz. Mesela ilk akla gelen Susurluk ve 1 Dakika Karanlık eylemleri… Irak işgaline karşı eylemler… Ruh’un en somut belirdiği iki an: –maalesef geç kalmıştı- Hrant Dink’in ardından mezarlığa yürüyüş… Tam zamanında -2010 1 Mayıs’ında Taksim… 2010 1 Mayıs’ına dair sıkça tekrarlanan bir tespit vardı: Kortejler (partiler ve sendikalar,vs.) alana çıkana kadar meydan hınca hınç dolmuştu!
Sol, “dışarı”dan gelen sağ’lı sol’lu eleştiriler karşısında uzun zamandır “böyle gelmiş böyle gitmez/gitmemeli”den, “yenilenme”den, “yeniden kuruluş”tan, bahsediyor. Kendisinin dışında bir hayat olduğunu algılıyor hiç kuşkusuz. Gramsci’nin kullandığı anlamda krizi yaşıyor: Eskinin çürüdüğü ama yeninin boyverip serpişmediği bir an. Bizimkisi biraz uzun bir an! İki şey bu krizden çıkmayı engelliyor: Birincisi, geçmiş ensemize çöker! Verilen sözler, kurulan bağlar, alışkanlıklar, değer yargıları, fikirler, eylemler, ödenen bedellerin, kaybedilen yoldaşların anısı, ihanetler, halının altına sürülenler, egolar ve de her şeye rağmen anda vefa ve vuslata özlem ve haklı çıkma arzusu… İkincisi, ‘yeni’nin ele avuca gelmez, kendini ele vermez bir şey oluşu! Teoriden –Minerva’nın baykuşu yani geçmişin bilgisi- çıkarılacak bir şey değildir; yeni olanın ne olduğunun bilgisi tam bir praksis meselesi. Eski’den tecrit ya da hijyenik bir praksis değil ama yeni ya da yerel ve spesifik alanlarda, konularda yerel ve spesifik sorunlara karşı geliştirilebilen yeni söylem ve pratiklerden görülecek, öğrenilecek ama hemececik de “tek yol” bu denemeycek, hemen evrenselleştirilemeyecek tekil ve(ya) tikel olaylar, pratikler, söylemler manzumesi. Her adımda telakkimizin, fikirlerimizin ve pratiklerimizin yenilendiği bir süreklilik, itidalli coşkunluk…
Arayış(çı) Ruh’u massedecek, onu kendisine katacak bir formül aramamalıdır sol. O’na katılmalıdır; ister olduğu gibi, ister intihar ederek… İkisi de devrimci yoldur ama ikincisi kestirme yoldur. Bu, solun marifetsizliği ile alakalı da değildir; dönemin koşulları böyle, demek yanlış olmaz herhalde. Tam da bu katılım için Foucault’nun (8) önerileri hatırlamak yerinde olur diye düşünüyorum:
Ve ismi ile müsemma bu Ruh, eski tabirle konuşursak, ‘Aufhebung’ (7) olma yolunda olan bir ruhtur. Kendisini önceleyen Tez olan solun ruhuyla birleşememesi de buradan gelmektedir. Sol, sorular soran bu Ruh’a cevap(lar) yetiştirmeye çalışmaktadır –onun hiç ilgilenmediği. Bu Ruh’u, naif, apolitik, pasif, reşit olmayan bir ruh olarak telakki ediyor. Belki bu yüzden, kendilerinin dile getirdiği “hakikatler”i nasıl da anlamadıklarına hayret ediyorlar. Bu “izansızlığı” korku ile açıklamaya tenezzül ediyorlar. Bu Ruh’u örgütlemek için taşıyıcısı oldukları “hakikatler”i vazederek “dışarıdan bilinç taşıma”ya gayret ediyorlar. Oysa bence bu Ruh, bazı konularda müteşekkir olduğunun “bilinci”yle dostça yaklaşıyor sola.
Bu genel betimlemelerden hareketle bu Ruh’un İstanbul’daki belirişlerine dair birkaç anekdot aktarmak istiyorum. Sadece 90 sonrası dönemin gazetelerini karıştırsak, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesini kurduğumuz kaç olay’a tanıklık ettiğimizi ortaya çıkarabiliriz. Mesela ilk akla gelen Susurluk ve 1 Dakika Karanlık eylemleri… Irak işgaline karşı eylemler… Ruh’un en somut belirdiği iki an: –maalesef geç kalmıştı- Hrant Dink’in ardından mezarlığa yürüyüş… Tam zamanında -2010 1 Mayıs’ında Taksim… 2010 1 Mayıs’ına dair sıkça tekrarlanan bir tespit vardı: Kortejler (partiler ve sendikalar,vs.) alana çıkana kadar meydan hınca hınç dolmuştu!
Sol, “dışarı”dan gelen sağ’lı sol’lu eleştiriler karşısında uzun zamandır “böyle gelmiş böyle gitmez/gitmemeli”den, “yenilenme”den, “yeniden kuruluş”tan, bahsediyor. Kendisinin dışında bir hayat olduğunu algılıyor hiç kuşkusuz. Gramsci’nin kullandığı anlamda krizi yaşıyor: Eskinin çürüdüğü ama yeninin boyverip serpişmediği bir an. Bizimkisi biraz uzun bir an! İki şey bu krizden çıkmayı engelliyor: Birincisi, geçmiş ensemize çöker! Verilen sözler, kurulan bağlar, alışkanlıklar, değer yargıları, fikirler, eylemler, ödenen bedellerin, kaybedilen yoldaşların anısı, ihanetler, halının altına sürülenler, egolar ve de her şeye rağmen anda vefa ve vuslata özlem ve haklı çıkma arzusu… İkincisi, ‘yeni’nin ele avuca gelmez, kendini ele vermez bir şey oluşu! Teoriden –Minerva’nın baykuşu yani geçmişin bilgisi- çıkarılacak bir şey değildir; yeni olanın ne olduğunun bilgisi tam bir praksis meselesi. Eski’den tecrit ya da hijyenik bir praksis değil ama yeni ya da yerel ve spesifik alanlarda, konularda yerel ve spesifik sorunlara karşı geliştirilebilen yeni söylem ve pratiklerden görülecek, öğrenilecek ama hemececik de “tek yol” bu denemeycek, hemen evrenselleştirilemeyecek tekil ve(ya) tikel olaylar, pratikler, söylemler manzumesi. Her adımda telakkimizin, fikirlerimizin ve pratiklerimizin yenilendiği bir süreklilik, itidalli coşkunluk…
Arayış(çı) Ruh’u massedecek, onu kendisine katacak bir formül aramamalıdır sol. O’na katılmalıdır; ister olduğu gibi, ister intihar ederek… İkisi de devrimci yoldur ama ikincisi kestirme yoldur. Bu, solun marifetsizliği ile alakalı da değildir; dönemin koşulları böyle, demek yanlış olmaz herhalde. Tam da bu katılım için Foucault’nun önerileri hatırlamak yerinde olur diye düşünüyorum:
“-Siyasi eylemi her türlü birlikçi (unitaire) ve bütünselleştirici paranoya biçimlerinden kurtarın;
-Eylemi, düşünceyi ve arzuları, bölümlere ayırma ve piramit şeklindeki hiyararşikleştirme yoluyla değil; çoğalma, yan yana koyma ve birbirinden ayırarak birbirine bağlama (disjonction) yoluyla arttırın;
-Batı düşüncesinin, iktidar biçim ve gerçeğe erişme kipi olarak uzun süre kutsallaştırdığı eski Negatif’in kategorilerinden (yasa, sınır, iğdiş etme, yokluk, boşluk) kurtulun. Pozitif ve çoğul olan şeyi tercih edin, farklılığı tekbiçimliliğe, akımları birliklere, hareketli düzenleri sistemlere tercih edin. Üretken olanın yerleşik değil, göçebe olduğunu kabul edin;
-Dövüşülen şey iğrenç bile olsa, militan olmak için asık suratlı olmak gerekmediğini kabul edin. Devrimci bir güce sahip olan şey, arzunun gerçeklikle bağıdır (yoksa, temsil biçimlerine sığınışı değil);
-Düşünceyi siyasi bir pratiğe hakikat değeri vermek için kullanmayın; siyasi eylemi bir düşünceyi gözden düşürmek için, bu sanki katışıksız bir spekülasyondan başka bir şey değilmiş gibi kullanmayın. Siyasi pratiği düşüncenin yoğunlaştırıcısı olarak kulanın ve analizi de siyasi eylemin müdahale biçim ve alanlarının çağlatıcısı olarak kullanın;
-Bireyin “haklar”ını, felsefenin tanımladığı şekilde yerleştirmesini siyasetten talep etmeyin. Birey, iktidarın ürünüdür. Gerekli olan şey, çoğalma ve yer değiştirme yoluyla çeşitli düzenlemeleri “bireysizleştirmek”tir. Grup, hiyerarşikleştirilmiş bireyleri birleştiren organik bağ olmamalı, sürekli bir “bireysizleştirme” kaynağı olmalıdır.
-İktidara âşık olmayın.”
(1) Daha “Gezi” yurt sathında devam ediyorken peyda olan “Kim bunlar?”, “Bundan sonra ne olacak?” gibi medyatik tartışmaların ikisini birden gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Bana çok ilginç gelen şey, “Gezi” hakkında konuşan “sözcü”lerin olayların öngörülemezliğini –eh bir de öngördüklerini söyleselerdi, falcılar gibi!- teslim etmelerine rağmen, devamında “süreç”e dair genel tespitlerinin –kimi “devrimin güncelliği”ne dair, kimi Kürt sorununun ve savaşın uzun yıllardır toplumsal muhalefet üzerindeki bastırırıcı rolünün barış süreciyle birlikte kalkmaya başlamasının bu tür hareketlerin gelişiminin önünü açacağına dair öngörüler- haklı çıktığını ima etmesidir. Bu tür yorumlar “hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek” (Garibaldi) gibi geliyor. Örneğin şu “orta sınıf” tartışması. “Gezi”nin farkını yaratanların “orta sınıf” olduğuna dair tespitleri esef uyandırıyor. Hangi verilere dayanarak “orta sınıf” tespiti yapılıyor, anlamış değilim. “Gerçekliğin kendisi genellikle geriden gelen teorinin kategorik kutularına sığmayınca kavramsal banallık baş gösterir. Haziran direnişçilerinin başına da bu geldi.” (Ahmet Tonak, ‘Haziran direnişi tahayyülleri…’- Toplumsal Tarih) Yeri gelmişken, “Kim bunlar” tartışması, nafile bir mesaidir. Zira, “Gezi”ye gelenlerin “başına gelenler”le başka bir şey olduklarını görmek gerekir. Her kim ya da hangi özne olursa olsun, “Gezi”de “başına gelenlerle”[Jean Luc Nancy] başka bir şey oldular. O ilk günlerdeki ‘sessizlik’ ya da ‘sessiz konuşma’ buna delalettir. Koca koca Özne’lerin ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırmaları da. “Kurt işareti”, “Türk bayrağı” ve “BDP flaması”nın aynı fotoğraf karesine girmesi de… “Benlik dedikleri, iç dünyamızdaki kriz yaşayan bir şey değil; sırtımıza damgasını vurmak istedikleri biçimdir. Aslında hepimiz başka yaratıklar arasında birer yaratık, benzerlikler arasında tekillikler, dünyanın bedenini oluşturan canlı bedenlerken, kendimizi keskin bir şekilde tanımlanan, tek başına, nitelikler çerçevesinde değer biçilebilir, kontrolü mümkün şeyler haline getirmemizi istiyorlar.” [Nancy, The Invisible Committee]
(2) Ütopya, hem savunanlarınca hem de şiddetle karşı çıkanlarca hep Thomas More’un kitabındaki edebi biçimi esas alınarak, en ince ayrıntısına kadar “bilimsel” olarak belirlenmiş bir sınırlılık, sonluluk evreni olarak işlenmiştir. Fakat bir dizelik ütopyalar da mümkündür. Örneğin, “başka türlü bir dünya mümkün” dizesinde olduğu gibi: Şimdi’ye içkin ya da aşkın ‘başka’ya yönelik arzuyu tahrik ve teşvik eden belirlenmemişlik, sınırsızlık, sonsuzluk çağrısı…
(3) Geleneksel sol, “başka türlü bir dünya mümkündür” sorusuna ve arayışına bilgiç bir edayla “başka türlü bir dünya sosyalizmdir” yanıtında ısrar ediyor. Halbuki bu yeni hareketin gündeminde “sosyalizm” bir sorun olarak duruyor, bir cevap olarak değil. Avrupa zaten sosyalizm tartışmasını 68 hareketi ile bitirdi. Artık Stalinizm, Leninizm, proletarya diktatörlüğü gibi bir çok tartışma gündeme gelmiyor. Zizek ve diğerlerinin “yeniden Lenin” çağrısı da Leninizm’e değil Lenin’in sorduğu soruyu, “Ne yapmalı?” sorusunu geçmişe referansla değil, kendimizin yanıtlaması gerektiğini anlatmıyor mu?
(4) “Haziran ayaklamasına katılanlardan –önceden de barikatlarda, sokaklarda iktidarla çatışan- aktarıyorum: “Bizi gaza boğan, yaralayan, öldürenlere karşı hala ‘taş atmayın’ diyorlardı, kaçmıyorlardı ama direnmeye ille de o barikatı korumaya da çalışmıyorlardı. Bir yerden hemen başka yere geçip orada hemencecik barikat kuruyorlardı. Her şeye rağmen gitmiyorlardı ve bu polisi çılgına çeviriyordu.” Aynı eylemciler Gezi Ruh’unun Sol Ruh’tan belirgin farklarından birini de şöyle anlatıyorlardı: “Bizim eylemlerimizde genelde bir gerilimli bir hal olurdu; belli bir süre polisle çatışır, sonra da ‘geri çekilirdik’. Ama bunlar öyle değildi, acayip bir neşe vardı, ‘sık bakalım, sık bakalım’, ‘biber gazı oley’… Biz de saflar ve ‘görevleri’ nettir; polisin gaz sıkması, saldırması, işkencesi ‘normal’dir; düşman yani ne bekliyorsun ki! Fakat bu sefer polisin, devletin yaptıklarını kabullenemeyen, ‘ben halkım, bana bunu nasıl yapar’ diyen bir meşruiyet vardı. ‘Korkma la, biziz halk’ yazılamasında olduğu gibi. Kimileri bu ‘meşruluk’ halini kitlenin apolitikliğine, politik cehaletine bağladı; bence de doğrudur: Yaşasın yabancılaşmış, fetişleşmiş politik bilinçten, bilgiden yoksun apolitizm ve cehalet!”
(5) “Gezi” hareketinde birkaç uğrak belirlenebilir: Birincisi, 31 Mayıs’tan Taksim Dayanışması’nın iktidardan bazı taleplerde bulunduğu güne kadarki aşamadır. Büyük bir direnişle Taksim’in ve Gezi Parkı’nın polis işgalinden kurtarılması kelimenin tam anlamıyla tarihsel bir zaferdi. Evet, sınırların aşıldığı bir andı. Türk(iye) halkını adeta zaman tünelinden geçiren bir aşkınlık… Bu aşamada, iktidar ve onun medyası “muhatap kim, ne istiyorlar, bilmiyoruz” bocalamalarıyla geçirdi. “İktidar kategorize edemediği tekilliklerin birliğinden korkar”[Alain Badiou]. Asiler çokyüzlüydüler, “sözcü”süzdüler, sessizdiler, hep bir ağızdan konuşuyorlardı… Kim olduklarının bir önemi yoktu, çünkü her biri başka biriydi, oluyordu. Tam bu anda o tehlikeli soru zihinlerde zuhur etti; “bundan sonra ne olacak?” Bu klasik siyaset zihniyetinin refleksiydi; adaletsiz iktidardan adalet talep etmek, haksızlığın nedeninden hak talep etmek –iktidardan taleplerde bulunmak! Bu iktidardan talep siyaseti –Gezi’nin farkını da yaratan herkesin içinde büyüdüğü bu zihniyet dünyası- 31 Mayıs-1 Haziran zaferinin gerçek mahiyetini ve önemini gözden ıraklaştıran ve Ruh’u koridora –bekleyiş, cehennemdir- alan aygıttır. [Başka türlü nasıl olurdu sorusunun cevabı da yine isyanın içinde var(dı): “Biz özgürlük istemiyoruz kimseden, özgürlük oluyoruz. Adalet istemiyoruz, adalet oluyoruz!” – 25 Haziran 2013, Ankara, Güvenpark Ankara Direniş ve Dayanışma Forumu’nun açıklaması; http://fraksiyon.org/biz-ozgurluk-istemiyoruz-kimseden-ozgurluk-oluyoruz-adalet-istemiyoruz-adalet-oluyoruz/] Bu ikinci aşamaydı ve bundan sonrası tarihin tekerrürüdür. 5-15 Haziran günleri klasik siyaset günleridir. 17 Haziran ise Ruh’un yeniden kendini gösterdiği andır; forumlar ve duraninsanlar.
(6) Sol ile şimdilik “Gezi’ciler” diyeceğimiz insanlar arasındaki aykırılık Taksim Meydanı-Gezi Parkı ayrılığında somuttur. İktidar için de, ne zaman Taksim Dayanışması gibi bir “örgüt” ve “sözcü”ler konuşmaya başladı, işte o zaman olay aydınlığa kavuştu! O an her şey çok iyi bildikleri “siyasetbilim”in yöntemine uygun hale gelmişti. (Başbakanla görüşen ekibin, görüşmede Arzu Çerkezoğlu’na Erdoğan’ın resmen sataşmasını açıklamak yerine “görüşme olumlu geçti” demesi, hem iktidarın hem “sözcüler’in “siyasetbilim”in yöntemine uygun olarak davrandığının naçizane bir örneği olarak değerlendirebiliriz.) Zaten bu andan sonraki gelişmeler de olağan, öngörülebilir seyir izledi.
(7) Hegel diyalektiğinin ünlü kavramı: İçererek aşma!
(8) Foucault, Entellektüelin Siyasi İşlevi, Seçme Yazılar 1, Ayrıntı Yayınları