Sağlıklı gıdaya adil bir şekilde erişmek istiyorsak, bir tüketim kooperatifinin, gıda topluluğunun veya başka türde inisiyatiflerin parçası olmamız, bunların yaşamasına katkı sunmamız bir zorunluluk. Ancak bu çalışmalar kâr amacı gütmediği için, gönüllülük temelinde yapılan çalışmalar oldukları için, bir tür zorunlu-gönüllü olma hali ortaya çıkıyor.
Türkiye’de dayanışma ekonomilerine yönelik ilgi artıyor. Dayanışma ekonomileri, kooperatif tipi örgütlenmelerden kolektiflere, derneklerden enformal topluluklara çeşitlilik gösteriyor. Yerel seçimler sürecinde birçok adayın mahalli meclislere, kooperatiflere, katılımcılığa yönelik söylem geliştirdiğini gözlemledik. Bahsi geçen niteliklerin dayanışma ekonomisi temelli örgütlenme pratiklerinin temel nitelikleri oldukları öne sürülebilir. Bu bile bu örgütlenme deneyimleri üzerine düşünmemizi önemli kılıyor. Yurttaşların yönetim süreçlerine katılımları, bütçe oluşturma ve denetleme pratikleri nasıl gerçekleşecek? Büyük bir ilçenin yerel yönetimi hangi unsurlardan oluşabilir? Dayanışma ekonomisi pratikleri, yerel yönetimlere bir katkı sunabilir mi? Bir tür “kendini yönetme” deneyimi olarak dayanışma ekonomileri halkın kendi kendini yönetme kapasitesini doğrudan arttırıcı etki yaratabilir mi? Bu sorular pratikte cevaplanacak. Ancak, dayanışma ekonomilerinin ortaya çıktığı zemini tartışmakta fayda var.
Parçalanan hayatlar
Neoliberal politikalar özelleştirme, güvencesizleştirme ve borçlandırma ekseninde ciddi bir sosyal tahribat yarattı ve insanların gündelik yaşam pratiklerini değiştirdi. Bu pratiklerin temelinde, insanın kendisine yatırım yapan “insan sermaye” düşüncesi var. Bugün mevcut gerçeklikte toplumsal ilişkiler, neoliberal iktisadın mantığı tarafından biçimlendiriliyor. Sosyal ilişkiler eski hallerinden çözülürken, yatırımcı-rekabetçi mantık ile yeniden düzenleniyor: İş yeri, ev, arkadaş ortamı, aile ortamı, politik ortam vb. her türlü yaşamsal mekân, her türlü sosyal ilişki bu ekonominin konusu haline gelmiş durumda.
Böylesi bir konjonktür, biyopolitika kavramında ifade edildiği üzere, yaşamın kendisini politika alanının içine çekti. Sosyal, iktisadi ve siyasal arasındaki ayrım ortadan kalkarken, iktisadi olan siyasalı, siyasal olan sosyali karşılıklı belirliyor. Hayat iktisadın daha çok tabi kıldığı bir alan haline geldikçe, hayatın her alanındaki ilişkilerin örgütlenmesi politik bir mesele olarak düşünülebilir.
Böylesi bir durumda, parçalanan hayatların nasıl bir politik organizasyon ile yönetileceği sorusu karşımıza çıkıyor. Dayanışma temelli örgütlenmeler, bu soruya iktisadi ve sosyal olarak dayanışmacı türde organizasyonlar ile cevap bulma niyetinde. Bu örgütlenmeleri yayılabilen, yeniden üretilebilen, farklı bağlamlarda çoğaltılabilen formlar içerisinde düşünmek olası. Katılımcılarının karar alma, inisiyatif alma ve uygulama, yani genel olarak “yapabilme kapasitelerini” geliştiren ve genişleten böylesi formların dayanışma için tabandan bir zemin açtığını söyleyebiliriz. Böylece parçalanan ve atomize olan hayatların, ilişkilerinin tözünde dayanışmanın olduğu yeni tipte örgütlenme modelleri ile yeni hayatlarda bir aradalık inşa ettiğinden bahsedebiliriz.
Hayatın (yeniden) üretimi bağlamında örgütlenme
Neoliberal kapitalizm içerisi-dışarısı ikiliğini piyasa mantığını yeniden üretme bağlamında ortadan kaldırdı. Dolayısıyla neoliberal kapitalizme karşı mücadele, hayatın farklı alanlarında, türlü çeşitte, türlü mücadele yöntemleriyle, bunların birbirlerine bağlanmasıyla, dayanışma ile hayata geçebilir. Üretim zamanı ile (yeniden) üretim zamanı arasındaki ilişkiyi bu bağlamda yeniden düşünmek gerekir. Parçalanan hayatları belirleyen kapitalist kâr mantığı, sadece üretim zamanı içerisinde değil, hayatın tamamında egemenliğini inşa eder. Başka bir ifadeyle, çalışma zamanının dışında kalan zamanının kendisi de metalaşmaya tabi tutulur, piyasa ilişkilerine bağlanır, dolayısıyla üretim-zamanının dışında değildir. Kapitalizm, hayatın üretimidir. Böylece, kapitalizme karşı mücadele hayatın herhangi bir üretim anına müdahale ederek başlayabilir.
Üretim zamanı (çalışma) içindeki mücadele tipleri ile yeniden üretim zamanını “ele geçirme” arasındaki mücadeleler arasında kardeşlik vardır. Bu kardeşlik ilk bakışta hızlıca ve kolayca görülemeyebilir. Mücadele içindeki kişilerin ilgi, beceri ve yeteneklerine bağlı olarak, bu mücadeleyi yaygınlaştırmaları, geliştirmeleri, birleştirmeleri, bu kardeşliği açığa çıkartan pratikleri icra etmesine bağlıdır. İşyerinde sendikal bir deneyim yaşayan işçinin mahallesinde tüketim kooperatifi içinde çalışması birbirini güçlendiren pratiklerdir. İşçinin sendikal deneyimi, örgütlenme becerisini tüketim kooperatifine aktarmasına, tüketim kooperatifindeki gıda egemenliği eğitimi, çalışanın kendi sağlığı ile ilgili süreçleri hak mücadelesine çevirmesine vesile olabilir. Arada kazanılan ölçülemeyecek bilgi, beceri, yapabilme gücü ve işbirliği deneyimini de ekleyelim.
Biyopolitik koşullarda her türlü yaşamsal pratik politikanın olduğu gibi örgütlenmenin de konusudur. Dolayısıyla yaşam bir örgütlenme deneyimi olarak yaşanır. Herhangi bir olguyu (eğitim, sağlık, mühendislik, gıda tedariki) kimin ve nasıl organize ettiği, toplumsal ve kişisel bir deneyim olarak hayatın nasıl organize edildiğini de belirlemektedir. Dolayısıyla hayatın deneyimlenmesi hayatın üretimi ve örgütlenmesi süreçleri ile bir aradadır. Parçalanmış hayatlarımızda bunu bu bütünlükte hissetmeyiz. O bütünlük, farklı dayanışma pratiklerinin bir araya gelmesiyle örülebilir.
Hizmet olgusunun politik kritiği
Peki, bu farklı hayat pratikleri nasıl örgütlenecek? Kompleks hayat ilişkileri birtakım toplumsal ihtiyaçların ve yaşamsal faaliyetlerin başkaları tarafından yapılmasını getirir. “Hizmet üretimi” olarak ifade edilen bu faaliyetler, çöplerin toplanmasından bulaşıkların yıkanmasına, yemek yapımından gıda tedarikine, hayatın farklı faaliyetlerini kapsar. Hizmetin nasıl tanımlanacağı ve nasıl ölçüleceği birtakım ekonomik tartışmanın önemli konusunu teşkil eder. Gönüllülük esasıyla çalışan bir tüketim kooperatifinin dükkânına geldiğinizde, dükkânda nöbetçi olan gönüllünün size bir tür hizmet ürettiğini söyleyebiliriz.
Hizmet olgusunun politik eleştirisi, hizmet eden ile edilen arasındaki farkı tartışmaya açmakla mümkün. Hizmet, genel algımızda bir devlet mantığı: Birtakım işlerin havale edilmesi, bizim adımıza yapılması. Örneğin, sağlıklı gıdayı tedarik etmek ve denetlemek, bir toplumsal görev olarak devletin sorumluluk kapsamına alınabilir. Devlet bunu yaptığında kamu için ve kamu adına yapar. Faaliyeti yapan kadrolar memurlardır. Toplum bu memurlara bu hizmet üretimi için finansmanlık yapar. Dolayımsız bir şekilde bu ilişkinin koşulu böyledir. Ancak, devletin kamu adına hangi hizmetleri, nasıl yerine getireceği bir “karar alma süreci” sorunudur. Dolayısıyla hizmetin politik eleştirisi aynı zamanda kamunun karar verme sürecinin eleştirisi olarak düşünülebilir.
Ortak sorunları ortaklaşa çözmek için ortaya çıkan dayanışma temelli örgütlenmenin tözü güvendir. Ortada bir kader ortaklığı vardır ve kader ortaklığını paylaşanların birbirlerinden başka güvenecekleri kimseleri yoktur. Hizmet, kader ortaklığının tepeden bir şekilde bölünmesi, bir devlet zihniyeti olarak “kurtarıcıların” başkaları adına karar vermesini de beraberinde getirir. Halbuki, eşitlik yoksa, güven de, dayanışma da mümkün değil.
Gönüllülük ve hizmet üretimi arasındaki ilişki, kimin karar aldığı, kimin karar alma süreçlerinde yer aldığı, bu kararların nasıl uygulandığı gibi sorulara verilecek cevaplar üzerinden okunabilir. Hizmetin politik eleştirisi bizi egemenlik mefhumuna götürüyor.
Egemenliğin modalitesindeki değişim
Dünyanın bu yeni aklında egemenliğin bir kurulma biçimi var. Birkaç yılda bir yapılan seçimlere oy vermek suretiyle katılan vatandaşlar, bir tür yurttaş olmaktan ziyade, kimlik, kültür, cemaat ve hassasiyetler üzerinden kamplaşan pasif oy vericilere dönüşüyor. Egemenlik de, hangi iktidar blokunun devlete sahip olduğu üzerinden gerçekleşiyor. Devletin şirketsel yönetimi, piramitsel bir yapılanma olarak devlet katmanlarında kimin hakim olduğuna bağlı olarak kimin zenginlikten ne tür bir pay aldığına bağlı.
Bu modalite elbette yurttaşı bu zenginlikten pay alma zorunluluğunda olan – kendi bacağından asılan- bir girişimciye dönüştürme eğiliminde. Piyasanın ihtiyaçlarını, dilini, tekniğini, bürokrasisini, patronaj ilişkilerini bilen yurttaşlar, piyasadan pay alarak birer aktör haline geliyor. Mevut kamplaşmalar içerisinde, egemenlik modalitesini değiştirmenin bir yolu yeni türde ilişkiler üretmek olabilir. Dolayısıyla, bizim başka bir egemenlik modalitesi düşünmemiz, yani egemenliğin icra edileceği farklı ilişkilenme düzlemlerini tartışmamız gerekiyor. Bu durum, dayanışma eksenli örgütlenme deneyimlerine dayanan bir ‘kamu’nun da düşünülmesi anlamına geliyor.
Aktör sorunu
Neoliberal kapitalizmin insanı tek başınalığa ve girişimciliğe mahkûm edilir, rekabetçilik yasaları içerisinde başkalarının üzerine basarak adaletsizliğin yeniden üretilmesinin vesilesi olur. Bu insan, piyasasının tam boyunduruğu altında, parçalanmış hayatlar, çözülmüş toplumsal ilişkiler, müşteriliğe indirgenmiş şirket devlet içerisinde yalnız, bir başınadır. Sorunları kendisi çözmek zorundadır. Tercihleri, ilgileri, becerileri, yedikleri, seyahatleri, bu dünyayı duyumsaması ve yapması ancak bu dünya içerisinde bir anlam ve mana düzlemine oturur. Neoliberal insan kendisini üretir, kendisini üretirken neoliberal kapitalizmi üretir. Onun aktörleşmesi, parçalanmış hayatlar ve toplumsal ilişkilerin üretilmesidir.
Neoliberal kapitalizmi üretmek/yapmak ile kapitalizm olmayan bir dünyayı yapmak esasında aynı dünyanın zemininde gerçekleşir. Kelebek aynı kozadan çıkacaktır; ancak mesele nasıl çıkacağı, nasıl uçacağı, nasıl bir hayat yaşayacağı. Kelebek tek başına kozasından çıkmayacak; çıktığı bir dünya olacak ve o dünya çelişkiler ve çatışmalarla dolu olacak. O dünyada hayatta kalma mücadelesi aynı zamanda o dünyayı yapma mücadelesi olacak. Dayanışma ağlarını kurması, geliştirmesi, o dünyanın sorunlarına karşı mücadele edecek gücü ve beraberliği oluşturması bir yöntem olabilir. Dayanışma temelli örgütlenmenin felsefesinin yapı taşı bu kozalakta yatar.
Bunun için, toplumun kuruluşunu ‘yukarıdan aşağıya’ değil, ‘aşağıdan aşağıya’ düşünmek gerekir. Ne yapılacak ise onu yapacak aktör “biz”. Egemenliği yeni bir şekilde düşünmenin bam teli bu ‘biz’. Çünkü “biz” öznesi ile politikayı tahayyül etmek, tüm çalışan sınıfların kamuyu yeniden tanımlaması ve inşa etmesini, bunu yaparken de “kendi” kamu modellerini bir siyasal proje olarak inşa etmesini beraberinde getirir. Dolayısıyla kamu, bizin dışında ve bizim için hizmet üreten bir yapı olarak düşünülmez. Bizim kurduğumuz, bizimle birlikte var olan bir yapıdır.
Dayanışma ekonomileri esas olarak bu egemenlik düzleminde çalışmalarını sürdürüyor. Bir yandan hayatta kalmak ve neoliberal kapitalizmle mücadele etmenin yollarını aramak, bir diğer yandan kendi örgütlenme biçimlerini eşitlikçi, dayanışmacı, katılımcı formlarda hayata geçirerek şirket modelinin dışında yeni bir modalite icat etmek. Esas farkın işte bu modalitenin icat edilmesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Zorunlu gönüllülük
İşinden çıkıp evine gitmeyen bir emekçi, nasıl oluyor da vaktini başka bir şey değil bir tüketim kooperatifinde gönüllülük yaparak geçiriyor? Kendisini bu dayanışma ekonomisi ile nasıl özdeşleştiriyor, burada ne türden bir çıkar birliği yahut kader ortaklığı görüyor?
Yukarıda çok kabaca betimlemeye çalıştığım koşullarda, zorunluluk ile gönüllülük arasında ilginç bir bağ ortaya çıkıyor. Eğer ki neoliberal kapitalizme karşı hayatta kalmaya mecbursak, dayanışma ekonomilerini icat etmeye, katılmaya, parçası olmaya da mecburuz. Örneğin, sağlıklı gıdaya adil bir şekilde erişmek istiyorsak, bir tüketim kooperatifinin, gıda topluluğunun veya başka türde inisiyatiflerin parçası olmamız, bunların yaşamasına katkı sunmamız bir zorunluluk. Ancak bu çalışmalar kâr amacı gütmediği için, gönüllülük temelinde yapılan çalışmalar oldukları için, bir tür zorunlu-gönüllü olma hali ortaya çıkıyor. Bu gönüllülük, kişilerin burada kendi emeklerinin karşılığını almak dışında bir kâr amacı beklememeyi ifade ediyor. Dolayısıyla, dayanışma ekonomileri öncelikle kâr olgusunu yerinden etmek suretiyle kapitalist ilişkilere müdahale ediyor. Patronsuz bir işletme, sahibi olmayan bir tüketim kooperatifi, böylesi dinamiklere dayandığı zaman şirket kapitalizminin karşısına konumlanabilir. Bu deneyimler, ‘aşağıdan’, çalışanların bizatihi pratikleri olması sebebiyle, yeni bir kamu inşa edebilir ve kendisinin kamu olarak tanınmasını sağlayabilir.
Birtakım sorunlar ve sorular
Dayanışma ekonomilerinin zorunluluk, gönüllülük ve arzu temelli dünyası nasıl kendi dışına açılabilen, toplumun yeniden örgütlenmesinin bir zemini olarak hayata geçebilecek? Ne türden örgütlenme tarzları bu sorulara hakiki cevaplar verebilir? Yurttaşlar eğer “biz” olarak kendi sorunlarını çözmek zorunda ise, inşa edilen örgütlenmelerde – dayanışma ekonomilerinde- ne türden bir kamusallığı da örgütlemek zorundalar? Bu kamusallık, ne tür örgütlenme modelleri ile hayata geçebilir? Bu örgütlerde emeğin değeri nasıl ölçülür, hizmet nasıl anlam kazanır, yurttaşların böyle bir çalışmayı sahiplenmesi, katılması, kendinin kılması nasıl mümkün olur?
Dayanışma ekonomilerinin ne tür bir egemenlik modalitesi üzerinde çalıştığını tartışmaya açarken esas yapmak istediğim şey bu pratiklere ne türden bir gözlükle bakacağımızı da sorunsallaştırmaktı. Değer üretimi ve bu değerin nasıl belirlendiği önemli bir tartışma başlığı. Örgütlenmelerin ne tür bir mekanizma kurduğu, katılımcı, eşitlikçi, demokratik yapıları ne kadar işletebildiği de ayrı bir başlık. Son olarak, bu örgütlenme pratiklerinin ne kadar kendi içine kapalı olduğu, ne kadar sınırlı bir çevre ile ilişkili olduğu, ne kadar toplumsallaşabildiği ve çalışmalarını ne kadar “herkes-için” yapabildikleri de esas kriterlerden biri.
Bu kriterlere bağlı kalarak dayanışma temelli örgütlenme pratiklerine bir politik çerçeve çizmek mümkün. Bu politik çerçevenin modalitesinin “biz” olarak yeni bir kamu icat etmek olduğu açık ve bu kamunun nasıl bir toplumsallık inşa edeceği, toplumun genelinde ne türden etkiler yaratacağı ve daha büyük dönüşüm süreçlerinin ne şekilde parçası olacağı esas sorularımız. Bunları tartışmaya devam edeceğiz.
Kaynak: Gazete Duvar