Şubat sonunda, COVID-19’un Çin sınırının ötesinde göründüğü ve Avrupa boyunca hızla yayılmaya başladığı belli olduğunda, Berlin’de her zamanki meşguliyetimin içindeydim: akademik bir makale yazmak. Planım kusursuzdu: makale, güneş felsefesine ve bilhassa Georges Bataille’ın 1940’lı yıllarda öne sürdüğü güneş ekonomisine ithafen kaleme alınacaktı.
Oldukça kısaca özetleyecek olursak, Bataille iki tip ekonomiyi birbirinden ayırt eder. İlki, çoğunlukla anladığımız anlamda ekonomi, yani malların üretimi ve birikimini ve de ekonomik büyümeyi hedefleyen dünyadaki insan etkinliği. Bataille buna kısıtlı ekonomi der ve bu ekonomiyi, genel ekonominin ya da güneş sistemi ekonomisinin – ekolojik bir bütüne bağlı olan gezegen ölçeğinde bir ekonomi- karşısına yerleştirir. Bataille, bir mal fazlasını, bu fazlanın nasıl “ihtişamlı” bir şekilde harcanacağını düşünmeksizin üreten, savaşlara ve hızlandırılmış üretim ve birikimin diğer feci sonuçlarına neden olan kapitalist ekonomileri sürdürmek yerine bizi ekonomik hayatın anlamını tekrar muhakeme etmeye ve evrenin yasalarıyla orantılı genel bir ekonominin nasıl geliştirileceğini enine boyuna düşünmeye davet eder. Büyümenin doğal sınırları var ve bunu bugün gayet iyi biliyoruz: mevcut kapitalist gelişim düzeylerini sürdürmek için insanlığın Dünya benzeri pek çok gezegene daha ihtiyacı var, sanki biri yetmezmiş gibi. Dolayısıyla, enerjinin ana kaynağı dünyadaki yaşamın ve hareketin kaynağı olan güneştir; Bataille’a göre güneş, aynı zamanda, almadan karşılıksız olarak veren genel ekonomidir. Güneş ekonomisi, bir armağan ekonomisidir. İnsanlık şimdiye dek armağan ekonomilerinin sadece kurban ve diğer kanlı işler gibi bazı arkaik unsurlarını biliyordu. Ancak vermeyi, paylaşmayı öğrenmeye devam etmeliyiz. Bunun üzerinde durarak akıllı ve bilinçli stratejiler geliştirebiliriz.
Bataille, bu fikirleri Lanetli Pay (1) isimli kitabında geliştirir. Kitabı birkaç kez okudum, ama her zaman eksik kalan bir şeyler vardı; kabul etmeliyim ki, yaşamın şiddetli bir müdahaleyle yazı planlarımda zorunlu tashihlere neden olduğu Mart ayına dek, eksik olan her neyse, onun bir türlü altından kalkamamıştım. İlkin, makaleye başlarken sıkıntı yaşadım, haber akışı o kadar yoğun ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bu pandemi o kadar tuhaftı ki çoktan tarihe karışmış olsa da çağdaş enerji kuramına dayalı insan bilimleri ve iklim değişiminin ekonomik açıklamaları bağlamında değerlendirilmesi gereken bir filozof ve muhteşem kuramları üzerine çalışmak gibi akademik rutinlere aykırı görünüyordu. Etrafımda olup bitenler çok fazla geliyordu. Basbayağı konsantre olamıyordum. Ayrıca, günlük rutinim önce hastalıkla (belki de yalnızca sıradan bir gripti ama yine de korkutucuydu) ve ardından sınırlar çoktan kapatılıp, pek çok havayolu aktarmaları iptal edilmişken karmaşık bir Rusya’ya dönüş süreciyle sekteye uğramıştı. İçimde dayanılmaz bir dürtü uyandı ve pandemiyi ve onun topluluklarımızı nasıl etkilediğini düşünmeden duramadım. Ancak bütün bu çılgınlığın ortasında ansızın nihayet güneş ekonomisinin ne olduğunu idrak etmeye başladığımı fark ettim. Dahası, bu teorinin işe yaradığının farkına vardım.
Açıklayayım. Bataille’a göre iş salt iki tür ekonomiyle bitmiyordu, bunlara müteakip iki tür şiddet de söz konusuydu. Birincisi, sınırlanmış şiddet ya da Bataille’ın tanımladığı şekliyle aklın şiddeti. Bu şiddet kısıtlı ekonomiye uygun düşer ve belli hedefler uyarınca muhtelif insani kısıtlamaları tayin eder. Doğaya karşı –toplumsallaşma ve kültürel gelişim uğruna başarıyla bastırdığımız kendi hayvani doğamıza karşı şiddeti de kapsayan- bütün şiddet ve diğerlerinin yanı sıra polis şiddeti ya da toplumsal cinsiyet temelli şiddet de bu kategoride yer alır. İkinci tür şiddete ise sınırsız şiddet denir. Bu genel ekonomiye tekabül eder ve insan-olmayanın şiddetini içerir. Bataille’ın favori örneklerinden biri volkanik patlamadır: kimse ona karşı bir şey yapamaz, bu da yalnızca insanın inşa ettiği her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Yine de böylesi bir şiddetin baştan mevcut olmadığını, kısıtlı şiddete yanıt olarak baş gösterdiğini belirtmek gerekir. Yani, yanardağlar elbette bizden çok önce vardı ama onları söz gelimi dünyanın havai fişekleri olarak değil de şiddet olarak algılayanlar biziz.
COVID-19’u ve diğer felaketleri – pandemiyle aynı anda gerçekleşen Zagreb’deki son deprem (nasıl da kötü bir tesadüf!) ya da Avustralya ve Sibirya’da kısa zaman önce vuku bulmuş orman yangınları- “korona” benzeri virüslerin mutasyona uğrayıp gelişmesiyle, iklim değişimi ve diğer şeyleri etkileyen kısıtlayıcı insan şiddetine cevaben ortaya çıkan (hakeza antroposen olarak bilinen) insani-olmayan şiddet olarak resmetmek oldukça cazip. Nitekim, Slavoj Žižek, bu pandemiyi doğanın intikamı olarak yorumlama eğiliminde: “Doğa bize virüslerle saldırdığında, bu bize kendi mesajımızı geri göndermenin bir yoludur. Burada mesaj ise şudur: Bana yapmış olduğun şeyi, işte şimdi sana ben de yapıyorum.” (2) Latourcu anlamda dünyanın kendini toparladığı söylenebilir. Özellikle de korona virüsünün insanlar için bu kadar bulaşıcı ve tehlikeli bir hal almasını sağlayan böylesi bir mutasyona uğramasını mümkün kılan ekolojik faktörleri düşündüğümüzde bu varsayım kulağa mantıklı da geliyor doğrusu: hayvanların doğal ortamlarını tahrip eden kentsel ve sınai gelişimi ya da COVID-19’un ortaya çıktığı varsayılan, eşi benzeri görülmemiş zalimliğin o korkunç cehennemini, vahşi hayvanların katledildiği Wuhan pazarını düşünürsek.
Buna rağmen, önemli bir şerh düşmem gerek. Doğayı, daha doğrusu ekolojik bütünü, bireyle karıştırmamalı, doğa hiçbir şeyi amaç güderek yapmaz. Bataillecı perspektif, doğa tarafından ifa edilen şiddetin herhangi bir hedef peşinde koşmadığından egemen olduğunu belirtir. Hatta, kutsaldır – fakat şiddetin tanrısı, Hristiyan Tanrısına hiç benzemez. Tersine o bir hayvan tanrıdır; kesinlikle insanın ötesindedir, ki bu da iyinin ve kötünün ötesinde demektir.
Bu doğanın intikam alması ya da karşılık vermesi bir metafor olarak kullanılabilir. Bu şiddeti, intikam olarak yorumladığımızda onu insan diline tercüme etmiş, diğer deyişle kısıtlı ekonomi diline çevirmiş oluruz. Genel ekonomi ise kayıtsız olması bakımından tamamen farklıdır, küresel ısınma çok daha ileri giderse bizi kül edebilecek olan yaşam veren güneş gibidir – ancak bir şeyi “istediğinden” veya bir şeye “ihtiyacı” olduğundan değil hiç nedensiz, sadece bir aşırılığa cevap olarak yapar bunu. Felaket olarak algıladığımız her şey genel ölçekte enerjileri gezegenin dört bir yanına yeniden dağıtan gösterişli bir harcama olarak tezahür edilebilir. Doğa bizimle bizim onunla konuştuğumuz gibi konuşmaz; bizim efendi olduğumuzu, bize itaat etmesi gerektiğini aksi takdirde öleceğini ya da onun affetmesi ve kabul etmesi gereken avare çocukları olduğumuzu düşünmez. Hayır, o sadece kendi fazlalık unsurlarını (misal, bizim durumumuzda insanların hayatı; ancak topluca ölen, hatta nesli tükenen başka hayvanlar da var) tasfiye ederek gezegenin dengesini yeniler.
İnsan-olmayanın şiddetinin özgül bir örneği olarak COVID-19 ilginçtir çünkü kısıtlı ekonomilerin bütün bir küresel sistemini tehlikeye atar. Yine yalnızca insanın bakış açısından bu tehlike mevcuttur: gezegen ölçeğinde, belirli bir ekonominin, diyelim ki Rusya’nın ya da Çin’in ve hatta Amerika’nın yıkımı, büyütülecek bir mesele değildir. Fakat bu bizim için tıpkı bir yanardağ gibidir. Hükümetlerin giderek daha çok kısıtlayıcı önlemle karşılık vermesine şaşmamalı: sınırları kapatmak, şehirleri kapatmak vesaire, ki bu, virüs serbestçe ve kolaylıkla ulus devletlerin sınırlarını geçtiği için aslında gülünçtür. Fakat yöneticiler sadece kısıtlı ekonominin dilini biliyor, virüsle de bu dille konuşmaya çalışıyorlar: hayır, giremezsin, ülkem kapalı! Ancak hükûmetler bile, zamanın paylaşım zamanı olduğunu anladı ve işlerini kaybedenlere para vermek gibi bazı minör unsurları genel ekonomiye göre düzenlemeye başladılar. Bu pandemi, kısıtlayıcı ekonomiyi böyle yeni önlemler almadan insan-olmayanın şiddetinden kurtaramayacağını gösteriyor. Fakat aynı zamanda, mevzu bahis olanın mevcut ekonomiyi nasıl kurtaracağımız değil, onu nasıl daha genel ve daha cömert, Bataille’nın pekâlâ diyeceği üzere daha ihtişamlı bir şeyle değiştireceğimiz olduğunu da gösterdi.
Öyleyse, sorun, doğanın nasıl insan dilini konuşacağı değil bizim nasıl onun dilinden konuşur hale geleceğimiz; mevzu, doğayı kanunsuzca göç yollarına düşerek ulusal devletlerimizin kırılgan hudutlarını aşan ölümcül bir virüs yollayan bir devrimci olarak resmetmek değil devrimci şiddeti, virüs-benzeri, güneş-vari ve egemen kılmak.
(1) Bataille G. (2010). Lanetli Pay. (I. Ergüden, Çev.) Ankara: Dost Yay. (ç.n.)
(2) Slavoj Žižek, Monitor and Punish? Yes, please! http://thephilosophicalsalon.com/monitor-and-punish-yes-please/
Oxana Timofeeva’nın yazısını Çağrı Uluğer çevirdi, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.
Kaynak: Terrabayt