Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri Hayvan Özgürlük İnsiyatifi (HÖİ) grubu ile devam ediyor:
“Ekolojiye tek bir noktadan bakmak büyük bir hata olur. Doğa hayvan ve insan bir bütündür ve hepsine bütünsel bakmak gerekir. Doğayı koruyamazsak insan ve hayvan olumsuz etkilenir. İnsan ve hayvanı da kendi yaşam alanlarında özgür bırakmaz, alanlarına müdahale edersek ekolojiyi bozmuş oluruz. İnsanı dil, din, ırk, cinsiyet olarak ayıramayız. Örneğin lgbti+ bir bireye heteronormatif kalıplar dayatılırsa bu ekolojiye aykırıdır. Bir siyahi kişiye yapılan ayrımcılık da aynı şekilde ekolojiye zıt düşmektedir. Hayvanları kafeslere koymak, onları yaşam alanlarından uzaklaştırmak, insana ve hayvana yapılan taciz tecavüz ve şiddet ekolojiye aykırı durumlardır. Bir bütün olarak insanın durup düşünmesi ve vegan olması gerekmektedir ki ekolojiyi, hayatı koruyabilelim.”
“Doğaya, bitkilere, ormanlara, su kaynaklarına, toprağa, havaya kısacası ekosisteme büyük oranda zarar veren yegane şey, hayvan kullanımı ve hayvancılıktır.”
“Nasıl ki solun vakti zamanında ekoloji, feminizm ve eşcinsel hareketle yüzleşmesi gereksinimi olduğu gibi, kendini özgürlük ve adalet şiarıyla var eden bütün örgütlülüklerin de hayvan özgürlüğü ile yüzleşmesi gerekiyor.”
“Salgının dönüşütrücü bir avantajından bahsedecek olursak, ekolojik harekette, veganlığın, hareketin odağına giren bir siyaset olarak ele alınmaya başlanmasını bekliyoruz.”
“İnsan yaşam hak ve özgürlüğünü doğa-hayvan yaşam hak ve özgürlüğünden ayrı düşünmeden savunmalıyız.”
“Hayvan kanıyla boğulmakta olan dünyada hepimiz için adaleti sağlayabilmek, hayvan katliam ve kullanımını derhal terk etmekten, bu kanı ve köleliği bitirmekten geçiyor.”
Not: Gruptan 4 kişiye bireysel olarak yönelttiğimiz sorulara HÖİ toplu olarak yanıt vermeyi tercih etti
Söyleşi: İsmail Akyıldız / 22 Haziran 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Öncesini yazılı metinlerden okuduklarımızın dışında, Türkiye’de ekolojik hareketin seslerini, bizim de kulaklarımız tahakküm karşıtlığı ve aktivizme delinmeye başladığı yıllar olan 2010 ve sonrasında, “Karadeniz İsyandadır”, “Küresel Eylem Grubu”, “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu”, “Kuzey Ormanları Savunması” gibi oluşumlarının aktivizmleri ile duymaya başladık.
HES ve baraj karşıtlığı üzerinden yerellerde “yeşeren” direnişlerin, yaşam alanlarının talanına karşı koyuşunu izledik. Türkiye’nin birçok yerinde dereye, ormana, ağaca sahip çıkan direnişler gördük. Kırsal alanlarda gördüğümüz direniş ruhu, sonrasında şehirdeki “üç beş ağaç” meselesiyle karşımıza Gezi olarak çıktı. Bu anlamda pratikler bir diğerine güç verdi.
Öte yandan ekolojik harekete hayvan özgürlüğü içinden de bakmayı ihmal etmedik.
“Hayvan yetiştiriciliği” devasa boyutlarda karasal alan, enerji, gıda ve su kullanımın gereksinim duymaktadır. Hayvan kaynaklı endüstrilerin hava ve su kirletmedeki rolü ciddi derecededir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bütün tarım alanlarının yüzde 80’inin “hayvan yetiştirmek” için kullanıldığını düşündüğümüzde, ekoloji ve hayvan kullanımı arasındaki bu bağlantıyı keşfetmek, ekolojistler için zor olmayacaktı.
Gelgelelim ekolojist harekette; kapitalizme, hükümetlerin çevre ve enerji politikalarına, petrol-gaz-madencilik şirketlerinin insan haklar ihlallerine ve iklim değişikliğine olan olumsuz katkısına, neoliberal politikalara, erkek egemenliğine, militarizme, doğrudan olmayan demokrasiye, otoriter-tahakkümcü yapılara ve içindeki canlılarla gezegeni tehdit eden ya da bunlara yönelik tahakküm içinde olan nice unsura karşıtlık yüksek sesle dillendirilirken, yeryüzünü yaşanmaz hale getirmekte listenin en başlarında yer alan ve hissedebilir canlılar olan hayvanların doğuştan gelen vücut dokunulmazlıklarını doğrudan ihlal ederek onlara şiddet ve tahakküm uygulayarak metalaştıran hayvan kullanımı pratiğine karşı kuvvetli bir ses işitmemiş olmak hayvan özgürlükçüleri olarak bize tutarlı gelmiş bir edim olarak yansımadı.
Nasıl ki solun vakti zamanında ekoloji, feminizm ve eşcinsel hareketle yüzleşmesi gereksinimi olduğu gibi, kendini özgürlük ve adalet şiarıyla var eden bütün örgütlülüklerin de hayvan özgürlüğü ile yüzleşmesi gerekiyor. Böylesi bir yüzleşme neticesinde daha zengin ve derinlemesine teori ve pratiklerin ortaya çıkacağını bekliyoruz.
Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulundugumuz koşulların avantaj ve dezavantajlari nelerdir?
Yeryüzünün geleceği ve insan hayatının devamı noktasında, hayvan meselesininin bundan böyle -salgın sürecinin oluşturduğu şok bakımından- insanlar nezdinde “üzerine daha çok kafa yorulacak” şekilde; ekloloji hareketlerinde ise daha yüksek sesle gündeme gelmesini bekliyoruz.
Hayli insanın yeni tip koronavirüs salgını öncesinde pandemilerin çoğunluğunun hayvan kaynaklı olduğu bilgisine sahip olmadığına dair fikrimiz varken, mevcut süreçte naveganların, Çin’deki “yaban hayvan pazarları”nın kapatılması yönünde taleplerini işitir olduk. Bu taleplerin, pek tabii ki, işin ucunun insan menfaatine dokunması hasebiyle gündeme geldiği aşikar olsa da, bütün bu süreç, genelin gözünde hayvanlar ile olan ilişkimizi gözden geçirmemiz açısından dikkat çekici bir niteliğe sahip olmaya başladı.
Viral ya da bakteriyel, bir sonraki öldürücü patojen kuvvetle muhtemel yine hayvan kullanımı kaynaklı olacak ve bunun sonucunda köle ettiğimiz, öldürdüğümüz hayvanlara yaşattığımız bu deneyimlerin bir sonucu olarak yüz binler ile, milyonlarla ifade edilecek sayıda insanın ölümünü izleyeceğiz.
Hayvanlar ile olan ilişkimizde, onları vücutlarına dokunma hakkımızın olmadığı birer birey olarak görmemiz, bizler için her daim etik bir mesele olmuşken, bundan böyle, konunun etik noktasıya ilgilenmeyen kişiler için insanlığın devamı bakımından bir hayatta kalma konusu olarak okunabilecek. İnsanların vegan olmasındaki temel “menfaat”, sinir sistemi olan hissedebilir canlıların kullanılmaması üzerinden o hayvanlara dönük iken; veganlığın sağlık ve ekoloji gibi alanlardaki pozitif etkileri vegan olmanın olumlu getirileri olarak görülebilmektedir. Şimdi bu pozitif etkilere bir de “pandemi” unsuru eklenebilecek.
Salgının dönüşütrücü bir avantajından bahsedecek olursak, ekolojik harekette, veganlığın, hareketin odağına giren bir siyaset olarak ele alınmaya başlanmasını bekliyoruz.
Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?
İnsan kaynaklı ortaya çıkan ekolojik kriz, doğayı, hayvanları ve sonunda insanları en kötü biçimde etkilemektedir. Türkiye ekonomisi betona dayalı bir ekonomi olarak yürütülmeye çalışılırken, daha fazla “gelişme” adına yapılan üçüncü köprü, barajlar, termik santraller, yapılmak istenilen bölgenin doğasını yok ediyor ve o bölgede yaşayan hayvanların ölmesine, hayatta kalanların ise yaşam alanlarını terk etmesine sebep oluyor.
Yaşam alanları olan ormanların talan edilmesiyle “şehre inen” hayvanların görüntüleri haber oluyorken, ormanların katledilmesi “medeniyetin” sıradan bir edimi olarak gösteriliyor. Neden-sonuç ilişkisinin basit mantığının kurulamadığı bu durumlarda, evleri yok edilen hayvanların yaşamaya devam edebilmek için hareket ediyor oluşu, anaakım medya üzerinden yansıtılan “endişe verici” algısından ötede, “tahribat hayvanların dengesini bozdu” üzerinden bir göç durumu olarak okunmalı.
Doğanın ikinci plana atılmasının en büyük sebeplerinden biri de tarıma önem verilmemesidir. Çiftçilerin yeterli desteği alamamaları sonucu tarım arazilerini emlak arazilerine çevirmesi betonlaşmayı desteklemiştir. Halihazırda tüm dünyada tarıma elverişli binlerce dönüm araziye “hayvan üretme çiftliği”, “süt çiftliği”, “tavuk çiftliği” ve mezbahalar yapılmıştır. Hayvanları gıda, giysi, araç, ilaç, denek olarak görmek zaten başlı başına sorun ve şiddet iken bu “çiftliklerin” doğaya verdiği zarar ciddi olarak konuşulmamıştır.
“Çiftliklerde” ve mezbahalarda kullanılan su miktarı, tarım için kullanılan su miktarından kat ve kat daha fazladır. Hayvanların idrarları, dışkıları ve kanları, suları ve toprağı bitirmekte, ineklerin çıkardığı metan gazı ise küresel ısınmayı etkileyen en büyük etkenlerden biri olmakta.
OUR WORLD IN DATA’nın en son raporuna göre, canlı hayvan yetiştiriciliğinin dünyada kapladığı alan -hem yetiştirmek hem de hayvanları beslemek için kullanılan tarımsal alanların toplamı- Kuzey Amerika, Orta Amerika ve Doğu Amerika’nın toplam karasal alanına eşit olduğu belirtiliyor. Can alıcı kısım ise, bu toplam alanın dünya üzerindeki yaşanabilir toplam alanın yarısına eşit olmasıdır.
Tarıma, doğa’ya önem vermek daha fazla yaşam alanı, açlığın ortadan kalkması, daha az su kullanımı, daha fazla hayvanın huzurla yaşaması, daha temiz havaya ulaşmamız üzerinden bize daha adaletli ve mutlu bir dünya tahayyül ettiriyor.
Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?
Ekolojik hareketin, hayvan özgürlüğü meselesini, kültürel alışkanlıklardan ötede, türcü, insan-merkezci dogmalara meydan okuyan bir devrimsellikle, bir “zevkler renkler” konusu ya da hayvanların köleleştirilmesinin soslanarak süregitmesinden taraf olan hayvan refahı akımından uzakta, içindeki bütün unsurlarıyla sürdürülebilir adaletli ve özgür başka bir gezegenin mümkün oluşunun gerçekliğinde, yeryüzündeki en hareketli ve büyük siyasi öneme haiz görece yeni özgürlük hareketlerinden biri olarak okumasını ve odağına almasını bekliyoruz.
Doğaya, bitkilere, ormanlara, su kaynaklarına, toprağa, havaya kısacası ekosisteme büyük oranda zarar veren yegane şey, hayvan kullanımı ve hayvancılıktır.
İnsan kaynaklı türler arası adaletsizliğin, açlığın en büyük nedeni bir kuzunun-koyunun-keçinin-ineğin… yaşam hakkına kayıtsız kalınmasıyla desteklenen/finanse edilen hayvan endüstrisi, hayvan çiftlikleri, ufak ya da büyük fabrika ya da kırsal farketmeksizin hayvancılıktır. Hayvan endüstrisi ve hayvan çiftliklerindeki sömürü-cinayet geleneğinin kaynağı-modeli ise, insanın hayvana ilk mızrağı saplamasından göçebe hayata, göçebe hayattan yerleşik yaşama geçiş süreçlerinin tamamında, hayvanları kendisinin hizmetçisi, kölesi, kullanabileceği bir kaynak/meta olarak görmesi şeklindeki türcü algı ve bu algının oluşturduğu eylemlerdir.
İnsanların hayvan kullanımı ve hayvanların öldürülmelerine dayalı yaşamlarıyla destekledikleri hayvan endüstrisi, hayvan çiftlikleri suni döllenme denilen uygulamayla her yıl 150 milyara yakın hayvanı öldürmek için dünyaya getirip bu hayvanların yem ihtiyacını karşılamak için, her gün 1 kilogram hayvan bedeni için 60 metre kare ormanı katledip buralara hayvanlara yedireceği bitkileri ekiyor.
Yani her gün 1 kilogram hayvan cesedi üretimi için 60 metrekare orman katlediliyor.
Afrika’daki tarıma elverişli arazileri olan devletler kendi insanları açlıktan ölürken tarlalarında yetiştirdikleri tahılları Avrupa, Amerika ve dünyanın diğer ülkelerindeki hayvan çiftliklerine satıyor. Yani hayvan kullanımı üzerinden insan hakları devletler tarafından hiçe sayılıyor.
Her yıl devletlerin “ekonomi” adı altında insanların damak zevki için katlettiği milyarlarca hayvanın sera etkisi yaratan gazı küresel iklim değişikliğinin ciddi oranda sebeplerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor.
Hayvan endüstrisinin, hayvan çiftliklerinin bir yılda tükettiği bitkilerin, açlıkla mücadelede kullanılması durumunda dünyada aç insan kalmayacağını biliyoruz. Dünyada “kıtlık” değil, kaynakların yanlış/adaletsiz kullanımı neticesinde açlık olduğunu biliyoruz. Dünyada üretilen “gıda”nın üçte birinin çöpe gittiği bir gerçeklikte yaşıyoruz.
Dünyanın ekolojik dengesinin en önemli unsurlarından birisi, bünyesinde büyük çaplı biyoçeşitliliği barındıran, atmosferdeki karbon gazının büyük bir bölümünü üzerine çekerek temizleyen yağmur ormanlarının yüzde yetmişe yakınını hayvan endüstrisi, hayvancılık yok etti.
Dünyadaki içilebilir su kaynaklarının yarısından fazlasını hayvan endüstrisi, hayvan çiftlikleri yok etti. “Hayvancılık”, öldürdüğü milyarlarca hayvanın dışkısını denize ve toprağa vererek büyük çaplı çevre kirliliğine, verimli toprakların yok olmasına, denizlerde oluşturduğu kirlilikle bir çok deniz canlısının ölümüne sebebiyet veriyor.
Küresel iklim değişikliğinin önemli oranda nedenini hayvan endüstrisinin, hayvan çiftliklerinin her yıl öldürmek için dünyaya getirdiği 150 milyara yakın hayvanın öldürülünceye kadarki süre boyunca çıkarttıkları gazlardaki, gevişlerindeki, dışkılardaki metan, nitröz oksit oluşturuyor.
Hayvanclık sektörü, insan eliyle sera gazlarının salımınında %14.5’lik orana sahip. Bu haliyle, insan eliyle sera gazlarının salınımında, fosil yakıtlardan sonra gelen ikinci en büyük faktör ve ormansızlaşmanın, hava ve su kirliliği ile biyolojik çeşitlilik kaybının önde gelen nedeni.
“Hayvancılık” aynı zamanda amonyak salınımının yüzde yetmişine neden oluyor. Bu durum önemli ölçüde asit yağmuru ve onu takiben biyolojik çeşitlilik kaybına yol açıyor, bitkiler ölüyor, hayvanlar ölüyor, insanlar ölüyor, gezegenimizle ilgili olarak her şey giderek azalıyor.
Tüm bunlardan hareketle dünyadaki insan kaynaklı türler arası adaletsizliğin, açlığın, ekolojik yıkımın; su kaynaklarının, tarlaların, ormanların yok oluşunun mümkün olduğunca karşısında durabilmek, bu olumsuzlukların sebebi olan her türlü devlet yapısının doğayı, hayvanı, insanı sömüren-köleleştiren politikalarının destekleyicisi konumunda yer almamak; bizler gibi aileye-sosyal hayata-duygulara sahip, kendi hayatlarının öznesi olmak suretiyle birer birey olan hayvanların insan çıkarları için öldürülmelerinin oluşturduğu adaletsizliğin bir parçası olmamak için hayvan sömürüsüne, hayvanların insan çıkarları için kullanılmasına, öldürülmelerine dayalı bir yaşam sürmeyip, insan yaşam hak ve özgürlüğünü doğa-hayvan yaşam hak ve özgürlüğünden ayrı düşünmeden savunmalıyız.
Dünyada milyarlarca insanın çeşitli bahaneler ardında (damak zevki, inanç, kültür) gerçekleştirdiği hayvan kullanımını, hayvanların özgürlük ve yaşam haklarından daha değerli görülüp, örneğin, “büyükbaş hayvan yetiştiriciliği” adı altında, bazı tür hayvanlar, öldürülecekleri ana kadar onlara verilen olan tonlarca bitkiyi (bu bitkilerin yetiştirilmesi için tonlarca suyun harcandığını hatırlatalım) yemiş oluyor. Vegan olmadığımız bir gerçeklikte, o bitkilerin yetiştirileceği tarım alanlarını açmak için talan edilen milyonlarca hektar ormanlık alanın katledilmesini ve buna bağlı olarak gerçekleşen büyük çaplı ekolojik yıkımı desteklemiş oluyoruz.
Hayvan özgürlüğü, uzun yıllardır, hayvan kullanımının ekosistemler ve doğal yaşam alanları üzerindeki yıkıcı etkilerinin nasıl insan hayatını olumsuz etkilediğini; hayvan kullanımının nasıl yağmur ormanlarını yok ettiğini, dünyayı çölleştirdiğini, küresel ısınmanın, dünya üzerindeki açlığın ve susuzluğun en önde gelen nedenlerinden biri olduğunu; hayvana uygulanan şiddetin şiddet olgusunu yeniden inşa ettiğini anlattı; türcülüğün iktidar, kölelik, cinsiyetçilik, ırkçılık, hiyerarşi ile türlü ayrımcılık ile bağlantılardan ve hayvan kullanımının salgın hastalıklara neden oluşundan bahsetti durdu.
Gezegendeki türlerin birbiriyle olan ilişkisinin bir diğerini nasıl etkilediğini gözümüzle gördüğümüz bu pandemi sürecinde, hayvan kullanımının insan türü üzerindeki yıkıcı etkisi 7’den 70’e hemen herkese aşikar oldu.
Salgın sürecinde, hayvan kullanımı yüzünden, bütün dünyanın nasıl apokaliptik bir hale dönüştüğünü izlediğimiz bu “fragman” henüz bitmiş değil.
Ekoloji ve hayvan özgürlüğü hareketlerinin bundan böyle bu fragmanın uzun metraj filme dönüşmesine karşı ortak hareket etmesi gerekir.
Ekolojik hareketin yönelimi, “insana hayvana yeryüzüne özgürlük” şiarında, veganlığı, “olmazsa olmaz” bir gereksinim olarak siyaseten argümanlaştırması yönünde olmalıdır.
Eklemek istediginiz başka bir şey var mı?
Ekolojiye tek bir noktadan bakmak büyük bir hata olur. Doğa hayvan ve insan bir bütündür ve hepsine bütünsel bakmak gerekir. Doğayı koruyamazsak insan ve hayvan olumsuz etkilenir. İnsan ve hayvanı da kendi yaşam alanlarında özgür bırakmaz, alanlarına müdahale edersek ekolojiyi bozmuş oluruz. İnsanı dil, din, ırk, cinsiyet olarak ayıramayız. Örneğin lgbti+ bir bireye heteronormatif kalıplar dayatılırsa bu ekolojiye aykırıdır. Bir siyahi kişiye yapılan ayrımcılık da aynı şekilde ekolojiye zıt düşmektedir. Hayvanları kafeslere koymak, onları yaşam alanlarından uzaklaştırmak, insana ve hayvana yapılan taciz tecavüz ve şiddet ekolojiye aykırı durumlardır. Bir bütün olarak insanın durup düşünmesi ve vegan olması gerekmektedir ki ekolojiyi, hayatı koruyabilelim.
Veganlık, tam da bu noktada, türcü, cinsiyetçi, ırkçı olmadan; şiddet, tecavüz, ayrımcılıktan uzakta mümkündür.
Gezegende geldiğimiz noktada, insan türünün doğaya verdiği tahribat ile hayvanların yaşam alanlarının yok edilmesindeki korkunç durum itibarıyla türlerin doğadan yok olmaya başlaması Homo Sapiens Sapiens yani insan türünün yeryüzünde var olmasıyla başlamıştır.
Avcılık, çevre kirliliği, ormansızlaştırma ve hızla artan insan nüfusunun türlerin neslinin tükenmesinde rolü aşikardır. “Alice Harikalar Diyarı”ndan da tanıdığımız Dodo kuşlarının 350 yıl önce soyunun tükenmesi insanların Hint Okyanusu’ndaki Mauritius adasına ayak basmasından kısa süre sonra gerçekleşmiştir.
Dünyanın en büyük kuş türü olarak tanınan Moalar, deniz Vizonları, Afrika Zebraları Kuaggalar, gülen Baykuş, Tazmanya Kaplanı, Japon deniz aslanı, Pinta adası kaplumbağası, Batı Siyah Gergedanı insan yüzünden bu gezegende nesli tükenmiş hayvan türlerinden sadece birkaç tanesidir.
Yeryüzünde sıcaklık artışının en önde gelen nedenlerinden biri hayvan kullanımıyken, insanı, hayvanı ve gezegeni önemsediğini söyleyen herkes için veganlığın, özgür ve adaletli bir dünya için başlama noktası olduğunu işaret ediyoruz çünkü aynı anda hem gezegene hem kendimize hem de bu yeryüzünü paylaştığımız kendi hayatlarının öznesi konumundaki hissedebilir canlılar olan hayvanlara karşı vegan olmaktan daha iyi tek bir şey bulunmuyor.
Gezegenin hayatta kalması için, köle konumundaki hayvanların özgürleşmesi için, adalet için, topyekun özgürlük için; veganlığı bütün dünyaya yaymak istiyoruz. Veganlığı, bu gezegenin kurtulması için olmazsa olmaz bir gereklilik olarak görüyoruz.
Dünya üzerinde insan için yegane sürdürülebilir beslenme şekli olan bitkisel gıda kullanımını “seçime bağlılık” esasına değil; insan, hayvan ve yeryüzü menfaati için olmazsa olmaz bir gereklilik olarak hep beraber ifade etmeye başlamalıyız. Tarımda ise böcekleri, fareleri, yılanları, köstebekleri, kuşları ve nicesini harcanabilir kurbanlar olarak değil, yaşam hakkı olan hayvanlar olarak gören yeni bir bakışa ihtiyacımız var. Bu, hayvanlara karşı etik yükümlülüğümüzdür. Hayvanlara on binlerce yıllık adalet borçluyuz.
Hayvan kanıyla boğulmakta olan dünyada hepimiz için adaleti sağlayabilmek, hayvan katliam ve kullanımını derhal terk etmekten, bu kanı ve köleliği bitirmekten geçiyor.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?
Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi ismiyle 2018 yılında -öncesinde bireysel ve ya örgütlü şekilde aktivizm yapmakta olan kişiler olarak- “Kitlesel Büyükada Eylemi”nin çağrıcılığını yapmak için biraraya geldik.
Aynı sene içinde, veganlığın bir diyet ya da hayat stili; moda ya da sağlıklı yaşama trendi olmayıp bir adalet meselesi olduğu bildirimiyle Kadıköy’de geniş katılımlı geçen “Vegan Yürüyüş 2018″i düzenledik.
Ardından 2020 başında, ülkede süregelen yangınlar neticesinde bir milyarı aşkın yaban hayvanının hayatını kaybetmesi, ormanların küle dönmesi, susadıkları için klimalara yöneldikleri ve etrafa zarar verdikleri bahanesiyle devlet tarafından binlerce devenin katledilmesi gerçekliğinde, gezegenin sıcaklık artışının en önde gelen nedenlerinden birinin hayvan kullanımıyken, Avustralya devletinin su kıtlığının faturasını hayvanlara kesiyor oluşuna karşı İstanbul Avustralya Konsolosluğu önünde eylem organize ettik.
İletişim
hayvanozgurluguinisiyatif@gmail.com
m.me/HayvanOzgurluguInisiyatifi
www.instagram.com/hayvanozgurluguinisiyatifi
https://twitter.com/HInisiyatifi