Ormanlar Akbelen’de olduğu gibi köylünün ve hayvanların varlık koşuluyken sermayeninse talana geçit verildiği takdirde sadece birikim çarkını döndürdüğü araçlarından biri olacaktır.
Orman topyekun saldırılarak yağmalanmadan önce alana gittiğimiz her seferde Guatemala yerlileri gibi ara ara ormanda yürüyerek ormanın dilini çözmeye çalışıyorduk adeta. Yabancılaşmaların,uzaklaşmaların tümü sanki bir direniş alanında,Akbelen Okulu’nda gideriliyordu.
Genel sol hareketlerin her zamanki ekoloji körlüğünün yanında ilk defa solun ilgisi ve emeği bu direnişte görülüyordu. Buradaki talanın boyutları ve ormanın, hayvanların acılarının anlatılması çok güç bir deneyimdi.
Teoriler gerçekliğe ışık tutmuyor pratiğe yabancı geliyor. Pratik teoriye dönüşemiyor travmanın ve çöküşün aktarılması mümkün olmuyordu.
Akbelende taşınan tomruklar kütükler daha az tepki çeksin diye kamyonların üstü brandayla örtülerek çıkarılıyordu alandan, mezbahadan çıkan ölü hayvan bedenleri gibi tıpkı.
-Başlarken biraz zaruri olarak aktarım yapacağım. Daha sonra olaylardan kesitlerle ve yorumlamalarla devam edeceğim:
Akbelen’deki mücadele 35-40 ağacın kesilmesiyle başlamıştı. Doğa savunmamız nicelik gözetmedi hiçbir zaman. Tek bir ağaç için de savaşmıştı yine köylüler, bir arkadaşımız kendini Anıt ağaca zincirlemşti hatta o zamanlar. Bugün de aynı irade ve direngenlikle mücadeleyi sürdüreceğiz.
Emek düşmanı Limak Holding civar köylerdeki köylülerden seçtiği hızarcılarla 1600 lira yevmiye ile ağaç katliamını gerçekleştirdi. Bu işçiler 3 kuruşa bu işi yapmayı tercih etti. İşçilerin kendi köylerine şehirlerine, toprağına ve toprağının insanına olan yabancılaşmasını anlamak için Marx’ın Feuerbach’ın din için yabancılaşma eleştirisini politik ekonomi alanına uyarladığı alıntıyı paylaşmakta fayda görüyorum:
“Bir işçi ne kadar çok harcıyorsa, kendisinin üzerinde ve aleyhinde yarattığı nesnelerin yabancı dünyası o kadar güçlü olur. Kendisi de ne kadar zayıf olursa kendisine ait olan da o kadar azdır. Bu durum din konusunda da aynıdır. Bir insan ne kadar çok Tanrı’ya bağlanıp onun adına kendinden ödün verirse, o kadar az kendisine ait olan kalır. İşçi hayatını nesneye adamakta, ama şimdi yaşamı artık kendisine değil, kendini adadığı nesneye aittir. Bu nedenle, gerçekleştirilen eylem ne kadar büyük olursa, işçi o kadar fazla “nesne”den yoksun kalır.”
Artık Akbelen ekokırım ve türkırım suç mahalliyidi. Ormana demir barikatlar kuranlardan, ekolojistlerin köylülerle buluşmasını engelleyen doğa düşmanlarından bu talanın hesabını sorma iradesiyle hala arkadaşlarımız direniyor, madene geçit vermemek için mücadele ediyor. Bir yandan jandarmalar sinyal kesici jammerlarla iletişim kurmamızı engelleyerek kamuoyu baskısı yaratmamızın önüne geçmeye çalışıyorlardı. Yine de biz hem yurdun dört bir yanında hem de dünyada bu talan ve katliamı duyurmayı, gündem etmeyi başarmıştık.
Doğa hakkındaki tüm iddialar siyasaldır. Ve bizde sermayeye karşı kendi politikamızı üretiyoruz elbette. Bu nedenle mücadelemiz sadece pasif bir savunmadan ziyade kolektif kendine yeter bir yaşam pratiğini sürdürmeyi hedeflemektedir. Ekolojik bir yaşamı ve hayvanların daha önce olduğu gibi ormanda özgürce yaşam sürmesini mümkün kılmak istiyoruz.
Örneğin domuz sürüleri daha önce çok geniş bir alanda koşturup beslenirken bugün daracık alana sıkışmış durumdalar ormanı çevreleyen otoban ve cehennem çukuru arasında kapana kısıldılar. İnekler ve koyunlar daha önceden araziye çıkıp otlanabilirlerken hatta ormanın giriş kısımlarındaki taze yeşilliklerle beslenirlerken, ferah ormanın patikalarında serinlikte gezinirlerken bugün ise ahırdan çıkamıyorlar. Ve büyük ihtimalle depresyon yaşıyor bu canlılar. Ayrıca Çam baştankarası, saksağan, karabaşlı ötleğen, çıvgın ve alakarga gibi kuş türlerinin hepsi göçüp gitti. Ormanı orman yapan ahenkli ötüşler bitti.
Tıraşlanan görünmeyen ekosistem topraktaki böcekler, solucanlar ve diğer toprak organizmaları hızla yok ediliyor. Ekosistem tahribatları sadece kısa vadede değil uzun vadede de etkilerini gösterebilir. Muğla’yı saran 3 santralin doğaya etkisi kesintisizdir. Kül barajından tutalım su soğutma sistemiyle denize akıtılan zehirli suya ve salınan havaya kadar.
Denizel ekosisteme müdahale, ormanların yok edilmesi, toprakların tıraşlanması virüs ve bakterilerin insan ve diğer hayvan etkileşimleriyle yeni salgın riskleri oluşmasına neden olabilir. Zaten hali hazırda kısa vadede doğaya her müdahalenin sonuçlarını öncelikle doğrudan hayvanlar,diğer canlı türleri ve emekçi halklar derinden hissediyor.
ALANDAKİ DOĞA SAVUNUCULARININ DURUMUNA DAİR:
Temel ihtiyaçlarımızı gideremediğimiz gözetim altında tutularak jandarmanın fiş listesine sürekli adımızı yazdırdığımız otopanoptikona çevrilmiş bir ablukanın içersindeydik.
Adeta psiko-iktidarın psikolojik çökertme operasyonuydu bu. Ekoloji eylemlerinden aşina olduğumuz jandarma ve polisin alaycı gülüşünü yine sıkça görüyorduk burada da. Kamp sandalyelerinde utanmadan ağaçların gölgesinde oturup köylünün kavun karpuzunu yiyip tekrardan köylünün toprağına ağacına saldırırken içlerinden birinde bile ufacık vicdan ve utanma emaresine rastlamadık. Beklemiyorduk da zaten çok da şaşırmadık. Ama bu denli Nazileşen bir güruhla da muhatap olmak robotlarla konuşmak gibiydi gerçekten.
Jandarma zaten sürecin başından beri yazılı emir olmadan zorbaca köylüleri alandan çıkarmaya çalışıyordu. Şimdi ise direnç kırmak için iyice vites yükseltmişlerdi. Su tankerini alana almayıp test yapacak ve tuvaleti içeri sokmayacak kadar.
İlk başlarda 250 jandarma 8 kişinin etrafını çeviriyordu. Şimdi ise minimum 3 katı jandarma sermayenin özel güvenliğini yapmaya koyulmuş durumda. Bizim sayımızda ise nöbete kalan kişilerde büyük bir değişiklik yok tabii. Gündüz vakti günübirlik gelen eylemcilerle kalabalık ve nispeten güçlü görünürken gece olunca sayımız 30-40lara düşüyordu. Ve ister istemez kolektifin moralini etkiliyordu bu.Elbette mücadeleye herkes kendi ölçüsünde emek değer katar zaman ayırır. Ama işin gerçeği desteğe gelen insanların akbelende barınacağı yeri, yemeği suyu ve onca kişinin tuvalet, duş ihtiyacı imkansızlıktan giderilemiyordu. Bu nedenle mücadele uzun erimli olsa da eylemcilerin dayanıklılığı ve iradesi bir yere kadardı. Jandarmanın sıktığı ilaçlı tazyikli su yüzünden çoğu arkadaşımız (ben de dahil) alerjik reaksiyon gösterdi. Bazı arkadaşlarımız yüzlerce kişinin kullandığı uzun kuyrukların oluştuğu o malûm tuvaletten dolayı idrar yolu enfeksiyonuna yakalandı maalesef. Birkaçımızın kulağında su nedeniyle geçici duyma problemi oluşmuştu.
Sıcak çarpması da çokça kişiyi etkiledi bazı uzun yoldan gelen arkadaşlarımız yatacak gölge serin bir yer aradılar artık başları dönüyordu yorgunluktan ve aşırı sıcaktan.
Ezcümle bizim oralarda bir söz vardır, onu zikredeyim durumu tam özetler nitelikte: “Hanamızı haraba godular.” Gerçekten onca canlının köylülerin bizim yuvamızı yaşam alanımızı ağaçları katledip çiğnediler, toprağımızı tıraşladılar harap ettiler her yanımızı.
Tüm bu zorluklara rağmen seçim sonrası toplumun genelinde yenilgi havası iyice yerleşmişken en büyük toplumsal mücadele dinamiğini, gazdan joptan tazyikli sudan kendini sakınmayan iradeli duruşumuzla pratiğe dökmeyi başardık.
&&&
TARAFLARIN DOĞA ALGILARI:
Çeşitli değer yargılarından oluşan doğa algısı tarafların güç ilişkilerini de yansıtır.
Sermaye devletinin, sermaye çeteleri şirketlerle olan iş(sömürü) ortaklığı, devletin tüm baskı ve zor aygıtlarını faaliyetlerini gerçekleştirmede aracı kılmasına neden oluyor. Bu da jandarmanın, IC İÇTAŞ-Limak veya Sarıdağlar-Egemen İnşaat’ın özel güvenliğini yapması olarak, OGM’nin artık adeta Orman kereste müdürlüğü olarak “iş””katliam”(daha üzerlerindeki çam kozalakları yemyeşil olan genç fidanları dahi kesmek) yapmasını anlaşılır kılıyor. Ve hakim sınıfın özelleştirme furyası sürüyor. Kolluk aparatlarının niteliği de iyice doğa düşmanı bir pozisyona yerleşiyor.
Orman Genel Müdürlüğü’ne değinmişken,coğrafyamızdaki muktedirlerin doğa ve emek düşmanlığı geçmişten bu yana yapısal olarak pek değişmiyor.Osmanlı’da da devletin köylülerin üzerindeki angaryaları bitmiyor zora dayalı emek sömürüsü arşa çıkmış durumdaydı. Bunu Kerestekeşan sistemi denilen devletin ağaç katliamı için adeta köylüleri zorbalıkla tetikçi tuttuğu örnekte daha iyi anlayabiliyoruz. Osmanlı Devleti doğal çevreye saldırı politikalarında köylüleri aracı kılarak kullanıyordu:
“Kerestekeşan sistemi, başta Tersane-i Hümayun olmak üzere, Osmanlı kamu kurumlarının ihtiyacını karşılamak için ağaç kesimi ve kerestelerin taşınması amacıyla dağ ve orman köylerinde yaşayan köylülerin zorla seferber edildiği yüzyıllarca geçmişe sahip bir uygulamadır. Angarya karşılığında köylüler belli başlı özel vergilerden muaf tutuluyordu ve 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren kütükler devlet tarafından, her ne kadar sembolik bir ücretle de olsa, köyün temsilcilerinden satın alınıyordu. Her köyün en yakın iskeleye getirmesi gereken, önceden belirlenmiş bir kereste kotası vardı. Bu talebi karşılayamayanlar geri kalan için para ödemek zorundaydı. Yerel coğrafi ve iklimsel gerekliliklere göre değişiklik gösterse de sistem 19. yüzyıl ortasına dek aşağı yukarı aynı kalmıştı.”
-Sermaye için bu alanlar hem vurgun fırsatı hem de malûm açık meta ve kolay kapitaldir.
-Görünen o ki apolitikler yani katliamın veya direnişin müdahili olmayanlar içinse bu ormanlar ve yeşil çevre etkisiz bir arka plan niteliğindedir.
-Yeşil kapitalist çevreci ekipler için de bu gibi alanların öneminden veya değerinden ziyade şirket reklamının yapıldığı, pozlarla fosile, karbona dair sosyal medya içerik malzemelerinin üretilip gidildiği bir alandan bahsedilebilir.
-Bir de son olarak sanırsam epeydir güncellenmemiş bazı çevrecilerin de bekaret kültünden beslenen el değmemiş bir doğa ideali bulunmaktadır.
&&&
Doğa toplumsal bir uyuşmazlık sorunu öteden beri. Bunun örneklerini akbelen direnişimizi paylaştığımız sosyal medya hesaplarımıza gelen yorum ve linçlerde de görebiliyoruz. Veganlara anarşistlere, ekolojistlere, feministlere hakaretler küfürler ederek bizim oradaki varlığımızı linç etme girişiminde bulunmuşlardı. Maalesef ki hep saldırılarla harekete geçtiğimiz doğa talanıyla birlikte gelişen yaşam mücadelelerinin direnişin her canlıyı zaruri politik öznesi kıldığı bir gerçek iken pekçok insan bu savaşın tarafı olmamakta hala ısrarcı. Müdahili olmadığımız her yaşam ve hak savunusunun nihayetinde biyo-iktidarın zorbalıklarıyla muhatabı olmaya mahkum edileceğiz. Bu yüzden her toplumsal hareket ekoloji alanında ciddi bir özneleşme sürecine girmek mecburiyetinde. Toprağın, suyun,havanın ormanların yaşamımızın arkhesi olduğunu endüstri çağının yarattığı zihin körlüğü ve yabancılaşma nedeniyle göremiyor olabiliriz. Ama doğayla, hayvanlarla kurduğumuz ilk temasta beton medeniyetimiz ve sönük kasıntı ruhlarımız şoklarla sarsılır ve çözülmeye başlar. Ben bizatihi Akbelen’de yeni doğan haddimizce olmasa da Güneş ismiyle anmaya başladığımız buzağıyla bu süreci hem deneyimlemiş hem de tanıklık etmiştim.
Güneş yavaş yavaş ayakta durmaya başlayıp kafasını güneşe, bedenini de gölgeye koyarak toprağa yatmıştı. Hayvanlar ilk doğduklarında ölü gibi oluyorlar çok yorgun düşüyorlar Güneş’te derin derin soluk alıp vererek uyuyordu dinleniyordu. Güneş’in ilk ihtiyacı veya istediği tercih ettiği şey Toprak ve Güneşin sıcaklığıydı. Zannediyorum ki doğum sonrası bedenindeki suyu kurutma isteğiyle güneşe yatıyordu.
Bunu paylaşmamın nedeni siyaseti doğadan türeten ve doğanın toplumsal ilişkilerde model olması varsayımıyla siyasal güç devşirme isteği değil elbette. Sadece yaşamlarımızda hayvanlarla ve doğayla olan ortaklıklarımızı, benzerliklerimizi görmeyi; hemdem oluşumuzu(aynı anı aynı nefesi paylaştığımızı) santralin kirlettiiği o zehirli havayı soluyuşumuzu, aynı korkuyu ve acıları yaşayarak her daim duygudaş olduğumuzu paylaşmak istedim.
&&&
Doğa Vurgunlarıyla Enerji Üretimlerine Dair:
Yeşil kapitalist çevreci ekiplere de burada değinmeden geçemeyeceğim. Antikapitalist ideolojik hegemonyamızı oluşturamayışımız,sürekli aktüel politika üretemezliğimiz nedeniyle yeşilciler sürekli bu gibi direniş alanlarında koşturuyorlar. Politik teşhirlerimiz zaten ne kadar tutarsız ve çelişik taleplerinin olduğunu gösteriyor ama pek yetmiyor.
Bir petrol şirketinin absürt biçimli komik aktivizm oyun alanının sadece fosili hedef alırken üzerine diğer doğa vurgunu enerji üretim alanlarına dair hiçbir söz söylememesi bu sığlığın ve gerçekçi olmayışlarının göstergesi.
Kapitalizmin sanayileşmeyle birlikte yakın dönem gelişim aşamasında fosilin olması iklim krizinin tek failinin fosil yakıt enerji şirketleri ve devletleri olduğu anlamına gelmez. Bazı çevrecilerin yalnızca fosili hedef tahtasına oturtması sistem içi bir yerden yeşil enerji sermayesine alan açılmasını desteklerken bir yandan da emek ve doğa düşmanlarının farklı biçimlerde doğa ve hayvan istismarına, toplumun atılmışlarının artmasına ve sistematik imhasına göz yummaktadır. Ki Türkiye’nin sözde yenilenebilir olan enerji üretim kapasitesini her yıl arttırmasıyla birlikte bu yeşil enerji sermayesiyle liberal çevrecilerin flörtü, halkçı toplumsal muhalefetlerin tam karşısında konumlanarak iktidar ve suç ortaklarına yarıyor.
Suyun metalaşmasının en sert biçimde gerçekleştiği, doğal kaynak sularının da satışa çıkarıldığı ihaleyle şirketlere peşkeş çekildiği su krizinin kuruyan göllerden tutalım baraj dolululuk seviyelerine kadar -ben burdayım, diyerek alarm verdiği Türkiye’de Hidroelektrik santrallerini de konuşmak elzem.
Türkiye’nin HES ve JES karnesi ortadayken yenilenebilir enerji piyasasını savunmak çözümsüzlük siyasetinin bir ürünüdür. DSİ verilerine göre kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı 2000 yılında 1 652 m3, 2009 yılında 1 544 m3, 2020 yılında ise 1 346 m3 olarak gerilemişken Türkiye, kişi başına kullanılabilir su potansiyeline bakıldığında, ikinci kategoride, yüksek derecede su sıkıntısı çeken ülkeler arasında yer almakta. Ve bu rasyonelde değeri kapitalist pazar mantığıyla ölçülemeyecek, karşılaştırılamayacak, paha biçilmez olan Doğu Karadeniz, Akdeniz ve Kürdistan coğrafyası milyarlar harcanan beton faciası HES’lere teslim edilemez. Ki edildiğinde de HES’lerin zamanla boşa düştüğünü kuraklık nedeniyle devre dışı bırakıldığını görmüş olduk. Bu da sermayedarların ve mafya devletinin enerji açlığını gidermeye yetememiş olsa gerek ki elektrik üretiminde ithal kömür kullanımı bir önceki yıla göre iki kat arttı ve Türkiye 5.3 milyar dolarla kömürden elektrik üretiminde Avrupa’da ilk sıraya yerleşti.
&&&
ORMAN SAKİNİ YOLDAŞ TÜRLERE DAİR:
İnsan kaynaklı iklim krizinin bağımlı oldukları ekosistemi ciddi bir şekilde değişime uğratmasının yanında, hayvanların hayatta kalmasını ve refah koşullarını da çok şiddetli etkiliyor oluşunu Yeşil liberal çevre (şirket)örgütlerinin klişeleştirdiği yalnızca kutup ayıları örneğinde görmüyoruz. Termik santral inşa edilen her coğrafyada bütün hayvanlar doğrudan veya dolaylı yoldan etkileniyorlar. Bunu Silopi Termik Santral’inden ve Cudi’de kalekol inşası ve güvenlik gerekçeleriyle katledilen ormanlardaki orman sakinleri hayvanlardan biliyoruz. Av ihalelerinden ve Malatya’daki gibi ülkücü av çetelerinin yaptıkları sayısız vandallık örneklerinden biliyoruz. Kürdistan’ın dağlarına, ovalarına, sarp doruklarına ve vadilerine müstahkem kaleler benzeri kalekollar inşa ederek yalnız Kürt halkına değil doğaya, hayvanlara da büyük bir savaş açıyor devlet. Şiddet eylemi ve biçimleri hiçbir zaman tek tarafın ettikleriyle veya etkilendiğiyle sınırlı kalmaz. Bu yapılanlar topyekun ekolojik intihara teşebbüstür.
Ayrıca benzer örnekleri Muğla’yı çevreleyip zehirleyen santrallerden etkilenen çiftlikteki tutsak hayvanlarda da görebiliyoruz.
Yoğun biber ve portakal gazından burada inekler, koyunlar, köpekler, kuşlar ve ormandaki pek çok canlı çok kötü etkilenmişti. Aynı gezi direnişinde olduğu gibi burada da biber gazı tür ayrımcılığı yapmadı.
Ayrıca köylülerin inekleri ve yeni doğmuş buzağıları çok korkuyorlar gürültü ve gazdan. Hepsi ara ara bağırıyorlardı birkaç ineğin ağladığına doğrudan şahit olmuştum. Bu bölgede hayvanlar sürekli ölü doğum yapıyorlar. Hasta doğuyorlar yaşama. Solunum yetmezliği çekiyorlar. Hayvan özgürlükçüsü veganların da Akbelen direnişini sahiplenmesi hayvanlar için emek vermesi çok elzem şu anda. “İnsana hayvana yeryüzüne özgürlük!” Şiarımızla burada da mücadeleyi büyütmek durumundayız.
Nejla ablaların bahçesinde koşturan bir yavru kediye de burada yer vermek istedim yeri gelmişken.
Akbelen’de kaldığım sürece Şans adlı yavru bir kediyle ilgilenmiştik. İlk başlarda zayıf, çelimsiz ve hastaydı biraz. Kedilerde yaygın olan bir solunum yolu hastalığı Calicivirus’u vardı. Şans’la hepimiz ilgilenerek düzenli ilaç takibini yaparak iyileşmesini bir nebze kolaylaştırmıştık. Şimdi iştahı biraz açıldığından ufak bi göbüşü çıktı hatta. Daha fazla bıcır bıcır koşuyor ordan oraya. Kolektif emekle bir canlının hayatına dokunabilmek hepimize çok iyi gelmişti gerçekten,birlikte güzel şeyler yaratabileceğimize dair umudumuz daha da artmıştı.
Sosyal Metabolizmaya Dair:
Akbelen’de, Cudi’de, Dikmece’de ve yurdun pek çok yanında köylülerin, yurttaşların ormana, zeytinliklere giriş çıkışlarının güvenlik, orman yangını, maden sahası ilanı gibi vb. nedenlerle engellenmesiyle beraber doğayla kurulan metabolik etkileşim kesintiye uğramıştır. Doğayla iç içe soluk alıp veren, doğanın tüm organik ve inorganik bileşenlerini ustaca kullanan köylüler, çobanlar, heteroataerkil kültür ve toplum yapısı yüzünden en çok emek değeri üretmek durumunda kalan kadınlar ve çocuklar doğayla yeniden büyük bir yabancılaşma sürecine girmiştir. Bu şiddet, tehdit ve dürtmeyle doğadan uzaklaştırma politikaları Marks’ın Grundrisse eserinde değindiği gibi bir burjuva toplumunun ortaya çıkışı ve üreticilerin doğadan ayrılışıyla mı sonuçlanacak, yoksa direnişle topraklardan sermaye ve devletin def edilişiyle sosyalistlerin, emek güçlerinin halkla bağlarını güçlendirmesiyle mi sonuçlanacak? Sermaye gruplarının birinin daha güçlenmesi ihale alması ve talanla bunu gerçekleştirmesi demek artık bizim için doğrudan yaşamımızın çalınması anlamına geliyor. Depremzedelerin bugün içerisinde oldukları durum tam da bu işte. Mahallelerini bırakmayan kalabalık aileler küçücük çadırlarda sıkış fıkış yaşamaya çalışırlarken çadırlarının olduğu arazilerde, duş tuvalet ihtiyaçlarını dahi düzenli gideremedikleri bir alana hapsedildiler. Şimdi bu insanların doğayla ve hayvanlarla olan olağan ilişkileri tepetaklak olmuş durumda. Halkların hayvanlar ve doğayla öteden beri kurduğu birlikte yaşama ve yaşatma temelli sosyal metabolizma bozunuma uğruyor. Bunun örneklerini Dikmece direnişi için yola çıkıp kaldığımız Antakaya’da da görüyoruz.
Çadırlardan bazıları toprak zeminde olduğundan sürekli fare ve sıçanlar erzaklarını yiyor ve yerliler de gidip en kuvvetli zehiri alarak bu hayvanları öldürmeye çalışıyor. Ağaçlık sarmaşıkların, yabani otların yoğun olduğu yerlerde kalanlar yılanları öldürmek zorunda olduklarını söylediler. Yani özcesi depremzedeler gözlerinden başka karartı istemeyecekleri bir hâle getirildiler. Yoksulluk ve zorlu yaşam şartları, bir de üzerine travmalar insanları yapmak istemeyecekleri şeyleri yapmaya, şiddete ve bazen de kayıtsızlığa itebiliyor. Deprem bölgelerindeki hayvanlarla halkın ilgilenecek takatinin kalmadığı bazı örneklerde görmüştüm bu kayıtsızlık halini, veya elden hiçbir şey gelmeyişini…
&&&
Eratosthenes zengin ormanlarla kaplı Kıbrıs ovalarındaki ağaçların atölyede döküm ve gemi yapımı için kesilmesinin üzerine şunları yazmıştır: “Her ne kadar burada inanılmaz miktarda odun tüketilmiş olsa da, hiçbir şekilde ve hiçbir insan aletiyle bu ağaçlar bitirilemez.”
Evet biz de bugün aynısını sermayeye karşı söylüyoruz: HİÇBİR ŞEKİLDE VE HİÇBİR İNSAN ALETİYLE BU AĞAÇLAR BİTİRİLEMEZ. Biz de zaten katletmekle bitiremediklerinizin torunları çocuklarıyız. Ölüm iktidarınız artık ölümle korkutmuyor hiçbirimizi. Her direnişten her talandan yangından kurtardığımız fidanımızla yeni bir direnişe koşuyoruz o fidanlarla birlikte dört bir yanda size inat büyüyor güçleniyoruz…
AKBELEN YÜRÜYÜŞÜMÜZDEN
KAYNAKÇA
KARL MARX’IN EKOSOSYALİZMİ-SERMAYE,DOĞA VE EKONOMİ POLİTİĞİN YARIM KALMIŞ ELEŞTİRİSİ-KOHEI SAITO
DOĞA VE İKTİDAR-GLOBAL BİR ÇEVRE TARİHİ – JOACHIM RADKAU
ÇEVRE POLİTİKASI-EKOLOJİK SORUNLAR VE KURAM – AYKUT ÇOBAN
İKTİDAR TOHUMLARI-OSMANLI ÇEVRE TARİHİ ÜZERİNE İNCELEMELER-ONUR İNAL-YAVUZ KÖSE