Marmaris’in bir köyünden, 69 yaşında bir çiftçi anlatıyor. Onda ormancılık da var, hayvancılık da, arıcılık da. 1984’ten beri meyve sebze üreticiliği yapan Celal Bey, sıra dışı bir ırgat olarak tarif ediyor kendini. Tarım hayvancılık politikaları üzerine kafa yoran, yıllar içinde üreticilerin örgütlenebilmesi için didinen biri olmuş hep. Gerçekten buna adanmış bir hayat… Doğanın dilini iyi bildiğinden insanlığın pandemiyle birlikte yaşadıklarını da başka türlü tercüme ediyor tabii.
İnsandan daha değerli bir şey olmadığını kıstas alarak üretim yapmak benim arzum. Hangi birini anlatayım, çok zor bunu hayata geçirmek, neler yaşadık… Ben işçi emeklisiyim aslında. Şu an Marmaris İlçe Tarım Müdürlüğü’nde tek “iyi tarım sertifikası” olan üreticiyim. Bir şeyi yapıyorsan iyisini yapacaksın. Bu köyde doğdum. O zaman Marmaris’te yoktu, ilkokuldan sonra Muğla’ya, Erkek Sanat Okulu diyorlardı, orada okumaya gittim. Ne işçisiydim? Makine teçhizat diyeyim. 80’de Yatağan Termik Santralı’nın kuruluşunda, 70’te SEKA Dalaman’ın kuruluşunda çalıştım. 95’ten beri emekliyim. 12 Eylül’ün hışmına uğradık, DİSK davasından 6 yıl 8 ay hüküm giydik. Tarımla ancak cezaevinden sonra, 1984’te uğraşmaya başladım. O zaman hiç tarım bilgim yoktu, ziraatçılarla yakın ilişki kura kura, okuya okuya öğrendim.
Salgınla birlikte, burada birçok kişi, turist gelmeyecek, nereye satacağım diyerek ekmiyor. Bu yörede en iyi çilek olur, bu sene yapılamayacak mesela. Birçok sebze ekilmedi. Ben öyle bakmadım, 69 yaşındayım, sokağa çıkma yasağı da olunca, belki on senedir ekmediğim kadar ektim. Ha toplayabildiğim benimdir, toplayamadığım toprağın. Elimde 45 dönüm babadan kalma tarım arazisi var. Çok değil ama hepsinden var bende, avokado, portakal, kivi…
Bu ülkede her şey zor. Bizde orman köylülüğü var. 1990’lı yıllarda inekçilik de yaptım, Pınar’a 200 litre süt veriyordum. Ama 99’a kadar dayanabildim, hepsini satmak zorunda kaldım. 94’te Muğla Süt Birliği’ni kuranlardanım. Birçok öneri getirdik, Ankara’ya kadar ilettik. Ama köylünün gerçek sorunuyla ilgilenme yok. Aradan geçti 20-25 yıl, yaşadıklarımız o zaman ne kadar haklı olduğumuzu gösterdi. Süt 65 kuruştu, yem de 65 kuruş. Dünyanın hiçbir yerinde yem, süt fiyatının üçte birini geçmiyor. Bunun sürdürülemeyeceğini hep söyledik, bugüne geldi, bir sürü nedenden hayvancılık bitti.
Buğday ekmeyeli de on yılı geçiyor. Hiç olmazsa ağaçlı meyvelerden sertifikalı çalışayım dedim ben de. Eskisi gibi üretim yapamıyorsun, köyde işçi bulamıyorsun. 90’larda kooperatifçilik yaptık, o da yürümedi, ekonomik olarak sıfırın altına indirdi beni. Hayvanları sattım, yine borcuma yetmedi. 1990’dan beri avokado var bende. İnan sekiz-dokuz bin çekirdek çıkarıp ineklere verdim o yıllarda. Bilen yok, müşteri yok, öyle zor dönemlerden geçtik. Bir ara köylünün tümüyle bölgesel organik tarım yapmaya kalkmıştım. Bunun da anlatılamayacağı çıktı ortaya. Eğitim çok önemli. Söylediğinde dinlemiyor insanlar, on yıl sonra tarlasının geldiği hali görünce anlıyor. Bu işler ancak eğitimle düzelir, o da kolaycacık olacak şey değil. Ümmetçilikten çıkmak lazım önce, bu hükümetle olmaz. Bizim kurtulmamız için sorgulayan vatandaş bilinci lazım.
Pazarda üretici standım var, internette bakıyorum fiyatlar korkunç. Beni pazarda bilen bilir, onlar gelir. Öğretmen küçük kızım var, atanamadı, o gidiyor şimdi pazara satmaya. Diğer kızım da öğretmen, o atandı. Telefonla sipariş ediyorlar bir de. Sağlığına değer veren, okumuş insanlar… Şehirlerde marketler, manavlar halden alır, oraya veren seçili üreticiler vardır. Ben öyle hale göre üretmiyorum, fiyatımı da öyle belirlemiyorum. Bazen çok ucuz oluyor, bazen pahalı. Ama ben sıra dışıyım. Gösteriş meraklısı da değilim, sevmem. Hizmetçiyim ben, ırgatım.
Geçen sene iyi tarım sertifikası için geldiler, yapraktan, sudan her yerden numune aldılar. Ben kimyasal gübre hiç kullanmamışım. Bana diyor, kaç ton portakal alıyorsun. İki, iki buçuk ton. Buradan altı tondan az almaman gerekir. Benimki böyle, dedim. İlçe Tarım desteğiyle ilk defa kimyasal gübre kullanıyorum şu an, düşün. İyi tarım sertifikalı bir üretici olmama rağmen… Bitki için gereken gübre bu diyorlar. Kişisel kararım değil.
Salgın başladığında avokado bitmişti, bu sene istek çoktu, Erzurum’a kadar yolladım. Ondan yana rezillik çekmedim. Vaşington portakalı da bitmişti. Şubattan sonra olan yafa portakalı var, valensiya cinsi de yeni oluyor. Onlara bakıyoruz. Ama çalışan bulmak zor, çünkü insanlara bir şey de getirmiyor. Salgının etkisi meyvelere çok olmaz, çünkü kökü toprakta. Bakmasan da o evi döndürecek düzeyi sağlar. Tabii yaşantına da bağlı. Ama yaş sebze meyve için aynı şeyi söyleyemem. Yılda iki defa, bir kışlığı var, bir yazlığı var bu işin. Ekeceksin, dikeceksin. Bir de şu var, üretici şimdi diktiğinden bir şey alamazsa, gelecek sene hiç dikmez, turizm tekrar başlar, esas kıtlık o zaman yaşanır.
İnsanlar turizme ya da arıcılığa kaydı buralarda hep. Arıcılık da bitecek. Çünkü doğayı bozduk, zaten bunun cezasını kesiyor bize. İşte sel felaketleri, buzların erimesi, işte korona… Filtreleri takmadan bacalarla çalışırsan olmaz. Ben işçiyim, mecburen çalışmıştım Yatağan Termik Santrali kurulurken, ama gidip kaç köylüyle konuştum burası zeytinciliği bitirecek diye. Çok geçmeden, 2000’lerin başında sorun yaşamaya başladılar. Biz 70’lerde kapitalizmle sadece ekonomik mücadele yapıyorduk. Ama artık hayatımıza kast ettiler ya, yeter. Nefes alışımızı bozuyorlar, hayatımızı bitiriyorlar.
Bak bende arıcılık da var, gezici arıcılık yapıyordum, Yüksekova’ya kadar gittim. Kitap hazırlığım vardı arıcılık üzerine. 87’de bir kaza yaptım, kalçada dört pelvis kemiği de kırık. Beni öldü diye fırlatmışlar otobüsten. Arıcılık hayatım öyle bitti. 85’te arı kovanına ilk numara koyan benim bu yörede. 85,-86’da, iki yıl nisanda Diyarbakır’a gittim, ilkinde kımıl zararlısıyla mücadele yüzünden arı telef oldu. Ertesi yıl, yine gittim, inan akla hayale gelmeyecek kadar geliştim o sene, bütün ömrüm o yılın kazancıyla değişti. Sonra da Bingöl’e geçtim, zaten orada da eşimle tanıştım, evlendim. Arıcılık değiştirdi hayatımı yani. Arı önemli.
Konuştuğumuz gün 124.375 vaka, 3336 ölüm açıklanmıştı.
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.
Kaynak: Gazete Duvar, Pınar Öğünç