Bugün 2020 yılının son günlerinde, başta çevre/ekoloji hareketleri olmak üzere tüm toplumsal hareketler “parçalanmamıza neden olan şeyler nelerdir?” sorusunu boşa düşürecek daha kritik, daha yaşamsal, daha acil bir soruyla karşı karşıyadır. Ekonomik kriz, pandemi süreci ve yaşam alanlarımıza saldırının daha önce hiç görülmedik boyutlara ulaşması, parçalanan politik öznenin yeniden inşasının önünü açan güçlü bir enerji açığa çıkarmıştır. Evet, rüzgar Gezi sürecinden sonra yelkenlerimize ilk defa bu denli kuvvetle çarpmaktadır! O zaman o kritik soru şudur; Yelkenlerimizi kamilen bu rüzgarla nasıl dolduracağız? Bugün bu soruya yanıt o kadar zor olmasa gerek; “Yaşamı Savunanlar Kardeştir” şiarıyla! Gezi ruhuyla. Velhasıl, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair umutlarımız dirilmiş, toplumsal hareketlerin pupa yelken yol alabilmesi için tarihsel koşullar oluşmuştur, vesselam.
Aşağıdaki söyleşiyi işte bu şekilde toparladım. Bu söyleşiden benim anladığım budur. Gökten düşen bir meteor gibi çarpacak size. Beni öyle çarptı! Buna hazır olun. Er ya da geç tüm yaşam savunucularının kendilerini okumak zorunda hissedeceği sağlam, kalıcı, kuşatıcı bir metin ortaya çıktı.
Çiğdem Şahin bu söyleşide İstanbul’dan bakarak, Türkiye genelinde kır ve kentlerde verilen ekoloji mücadelelerini bir bütün olarak görebilmemizi kolaylaştıran bir çerçeve sunmaktadır. Bu çerçeve ancak eko-kırımın ulus-ötesi dinamiklerinin kavranmasıyla mümkün olmaktadır.
Söyleşide, İstanbul’da kent hareketleri baz alınarak 2005 yılından bu yana Türkiye genelinde yükselen ekoloji hareketlerinin kesiştiği, ortaklaştığı, bütünleştiği noktaları aydınlığa kavuşturma çabası göreceksiniz. Bir çoğumuza karmaşık gelebilecek bu konu her birimizin anlayabileceği bir berraklıkla ortaya konmaya çalışılıyor. Şahin, bir akademisyen olarak uzmanlık alanı olarak seçtiği konuyu kavramlara dayanarak -fakat asla okuru kavramlara boğmadan- bizi şaşırtan bir kolaylık ve akıcılıkla yapabiliyor bunu.
Açıklığa kavuşturulan konu öncelikle şudur; kır ve kentlerde giderek büyüyen eko-kırımın arkasındaki ortak gücün teşhis edilmesi. Bu güç, yasalar aracılığıyla devletin yapısını ve kurumlarını dönüştürerek yedeğine alan sermaye sahiplerinin ‘inşaat odaklı büyüme modeli’ ve neo-liberal kır/kent politikalarıdır. Bu ortak güç teşhis edildiğinde ekoloji hareketleri ve toplumsal muhalefet hareketlerinin ortaklaşmasının neden bir zorunluluk olarak karşımızda durduğunu anlamamız kolaylaşıyor. Akademisyenliği yanında konuyu bir aktivist olarak da ele alan Şahin İstanbul Balat/Fener’de vermiş olduğu mücadele örneği üzerinden konuyu ete kemiğe büründürerek, canlı, somut bir şekilde görmemizi sağlıyor!
25 Nisan 2010 tarihinde Kadıköy’de “yaşamı yok eden enerjileri durdurmak için” yapılan mitingle, Gezi direnişinden hemen sonra, 22 Aralık 2013 tarihinde, yine Kadıköy’de 80 bin kişinin katıldığı “İstanbul Kent Mitingini” kıyaslamak bu üç yıl zarfında İstanbul’da yükselen toplumsal muhalefeti anlamak bakımından kritik öneme sahiptir. Gezi süreci ile birlikte düşünüldüğünde bu üç yıl içinde yaşananlar Türkiye’de ekoloji mücadelelerini radikal bir şekilde dönüştürmüş İstanbul’u ekoloji hareketlerinin merkezine taşımıştır. Bu söyleşinin önemi daha çok burada aranmalıdır.
İstanbul’da bu üç yıl (2010-2013) içinde yaşananlar üzerinde bugüne kadar fazla durulmadı. Oysa bunun derhal açıklığa kavuşturulması lazım gelir. Eğer ekoloji hareketi bundan sonra varlık gösterecekse İstanbul dersinin iyi çalışılması gerekmektedir. Bu kente içkin olan mücadele potansiyelini anlamak ve bu potansiyeli tekrar ortaya çıkarmak yaşamsal öneme sahiptir. Bir örnek vermek gerekirse; İstanbul’da kurulan Karadeniz İsyandadır Platformu’nun (KİP) yukarıda sözünü ettiğimiz üç yıl zarfında, Karadeniz kırsalındaki ekoloji mücadeleleriyle İstanbul’daki kentsel dönüşüm projelerine karşı verilen mücadeleler arasında kurduğu bağ hem İstanbul’daki hem de Karadeniz yerelindeki mücadelelere dinamizm, güç ve başarı getirmiştir. Benzer bir durum İstanbul’da aktif olan Loç Vadisi, Solaklı Vadisi, Artvin ve Munzur kökenli oluşumlar için de geçerlidir. Bu kurucu bağın Gezi süreci sonrası giderek sönümlenmeye başlaması üzerine kır ve kent arasındaki karşılıklı etkileşim ve dayanışmayı güçlendirmek için yeni yapılanmalar ortaya çıkmıştır; 2016 yılında kurulan Yaşam ve Dayanışma Yolcuları (YDY) İstanbul’dan yola çıkarak kır ve kentlere dayanışma yolculukları düzenlemiş, 2018 yılında Karıncalar Çevre ve Ekoloji Hareketleri İletişim ve Dayanışma Ağı (KA) ve Ekoloji Birliği (EB) gibi Türkiye genelinde faaliyet gösteren yapılanmalar ortaya çıkmış etkileşimin yoğunluğunu ülke ölçeğinde artmıştır.
Bu bağlamda, son olarak Kazdağları İstanbul Dayanışması’dan (KİD) da söz etmemiz gerekir. KİD son dönemde kurulan ümit vaat eden yapılanmalardan biridir. KİD bir ilk olarak değil Gezi’de büyüyen ağacın Kazdağları’na uzunan son güçlü sürgünleriden biri olarak görülmelidir. Kazdağları yereli KİD üzerinden İstanbul ve Gezi ile köprü kurabilme imkanına kavuştuğu gibi ekoloji hareketi ve ekoloji bilincinin yereli aşan boyutuyla ilişki kurmuştur. Kazdağları direnişininin Cengiz’e kolay lokma olmayacağının KİD’den daha güzel bir adı yoktur! Aşağıdaki söyleşi KİD ve benzeri oluşumların gücünün anlaşılmasında paha biçilmez değerdedir. Kırda ve kentte mücadele veren tüm yaşam savunucularını yakından ilgilendirmektedir.
Bu söyleşi 80 bin katılımcı ile 22 Aralık 2013 gerçekleştirilen İstanbul Kent Mitingi’nden tam 7 yıl sonra 22 Aralık 2020’de tarihinde yayınlamamız bir tesadüf değildir. İstanbul’un politik bir özne olarak varlığının unutulmadığına bilakis bu gerçeğin zamanla daha da iyi kavrandığına tanıklık eder.
Yrd.Doc.Dr. Çiğdem Şahin, İÜ İktisat Fakültesinde Öğretim Üyesi; Kent Hareketleri Aktivisti, İstanbul’da Neo-liberal Kentsel Dönüşüm süreçlerine karşı sürdürülen Mahalle mücadelesinde Fener-Balat Ayvansaray Temsilcisi; Ayrıca Karadeniz kadını olarak hem ‘Karadeniz’ hem ‘Kadın’ konularında çalışmalar yapmış, 2005’den beri Açık gazate’de yazan bir akademisyen/yazar/aktivisttir.
Söyleşi ve Sunum/ İsmail Akyıldız / 22 Aralık 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
“Kriz dönemlerinde doğa, çevre, ekoloji yanı sıra geleneksel, eski hareketlere de ivme kazandıran insan merkezli sorunlarda da bir artış olacağından; örneğin kriz nedeniyle işsizliğin artması, yoksulluğun, gelir adaletsizliğinin yükselmesi, sağlık ve eğitimde fırsat eşitliğinin olmaması, yolsuzluk, adaletsizlik gibi geleneksel sorunlar ve yeni toplumsal hareketleri tetikleyecek diğer unsurların hepsini aynı anda harekete geçirecek bir ortamın ortaya çıkması, sürecin tüm muhalifler lehine aynı anda güçlenmesi sonucunu yaratacaktır.”
“İster kent merkezlerinde veya mahallelerde olsun, ister kırsal kesimde, yaylalarda ve diğer alanlarda, tüm bu süreci ‘inşaat odaklı büyüme modeli’ ve günümüz neo-liberal Kır/Kent politikalarının bir sonucu olarak görmek gerekmektedir. Bu süreç sadece İstanbul’a ya da Fener-Balat’a özgü değildir; Türkiye’nin, hatta dünyanın birçok kentinde eş zamanlı gerçekleşen bir olgudur. Önemli olan diğer gelişen süreçlerden farklı olarak burada neler olduğu; bu sürecin Türkiye’de nasıl, diğer ülkelerde nasıl hayata geçirildiğidir. Türkiye özelinde yaşanan deneyimlerin neden diğer ülkelerden daha sıkıntılı ve hoyrat olduğunu anlamak önemlidir.”
“Mücadeleleri kır, kent, doğa, yeşil, dere, yayla, HES, maden, tarla, su mücadelesi diye ayırmak doğru değildir. Tüm saldırılar ortak bir düşmandan, Kapitalist sistemden gelmektedir ve yaptığımız her savunma da esas olarak kapitalizme ve neo-liberal kır/kent politikalarına karşıdır. Bugün inşaat sektörünün faaliyetlerini genişletmek ve kentsel ve kırsal alanları inşaata açmak için halka rağmen, insani ve yaşamsal değerlere rağmen uygulanan bir ‘Rant hukuku’ Türkiye’de hakim durumdadır.”
“Ekolojik sistem bir bütündür; küçük taşlar ve büyük taşlar hepsi birden doğanın dengesinde, ekolojik dengede aynı derecede önemlidir.”
“Aslında yaşadığımız kentler bizlerin nasıl bir insan olacağımızı, içimizdeki potansiyellerin ne kadarını gerçekleştirebileceğimizi, yeni görüşlere, düşüncelere, yaşam tarzlarına, kültürel, sanatsal, bilimsel olanaklara ne ölçüde erişebileceğimizi, bu konularda kendimizi ne derece geliştirebileceğimizi, yani sınırlarımızı belirlemektetir. Bu anlamda David Harvey’nin belirttiği gibi ‘kentini inşa etme hakkı kendini inşa etme hakkıdır’.”
“Sadece fiziksel olarak kendimizi ürettiğimiz kent alanlarına dair kullanım ve katılım hakkı olarak bahsettiğimiz ‘kent hakkı’ sorunu veya sosyal haklar, temel haklar değil, daha geniş kapsamda, soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya, ortak kullandığımız ormanlara, denizlere, derelere, yediğimiz gıdalara kadar bütün olarak yaşadığımız çevreye yönelik saldırılara karşı bireyin savunulması gereken daha kapsayıcı bir hakkından ‘yaşam alanı’ hakkından söz etmek gerekmektedir. Çünkü bugün artık kapitalizm her yönden yaşamımızı, yaşam alanlarımızı tehdit eder durumdadır.”
Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü? Bu bağlamda ekoloji hareketinin bugüne kadar önemli başarıları ve başarısızlıkları nelerdir?
‘YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER’ ‘İNSAN ODAKLI’ MÜCADELE ANLAYIŞINDAN UZAKLAŞIP, DOĞA, ÇEVRE, YEŞİL, HAYVAN, İNSAN, KADIN, KİMLİK, IRK/CİNSİYET AYRIMI GİBİ DAHA FARKLI DEĞERLERİN DE DERT EDİNİLMEYE BAŞLANDIĞI HAREKETLERDİR…
Öncelikle toplumsal hareketleri ‘eski/geleneksel’ ve ‘yeni’ toplumsal hareketler olarak ayırmak gerekmektedir. Kent hareketleri, ekoloji hareketleri, kadın hareketleri, kimlik ve cinsiyet temelli hareketler, tüm bunlar günümüz ‘yeni toplumsal hareketleri’ temsil etmektedirler. Haklar temelinde bakıldığında da, yeni toplumsal hareketler, ‘birinci’ ve ‘ikinci’’ kuşak insan haklarının da ötesinde, ‘üçüncü kuşak’ hakları savunan, bu anlamda eski hareketlerin ‘insan merkezli’ yaklaşımından ayrılan ve daha çok çevre, yaşam, doğa, kent, kent hakkı, çevre hakkı, konut ve barınma hakkı, yaşam alanı hakkı gibi geleneksel anlayıştan farklı temalara duyarlılığı olan, ‘kültürel varlık’ ve ‘kimlik siyaseti’ boyutunun da önemli olduğu mücadele hareketleridir. Az önce eski toplumsal hareketlerin ‘insan merkezli’, hareketler olduğunu, bu anlamda yeni toplumsal hareketlerle bu konuda farklılaştığını belirttik. Örneğin işçi sınıfı hareketi/sendikal hareket, eski, geleneksel toplumsal hareketlere giriyor.. Sendikal hareket daha çok gelir adaletsizliği, ekonomik büyüme/gelişme, yoksulluk ve işsizlik gibi konulardaki haksızlıklar ve eşitsizliklere karşı mücadele eden, büyük ölçekli, kurumsal düzenli ve kontrollü bir harekettir. Hiyerarşik bir örgütlenme söz konusudur ve lider odaklıdır. Ayrıca eylemleri genelde yasal çerçevede ve düzenlidir. Devletle masaya oturulup uzlaşılabilen boyutu bulunmaktadır. Kitlesi genelde işçi sınıfı, yani emekçi kesimdir. Yeni hareketlerde ise demokratik yaklaşım ve katılımcılık çok önemlidir. Düzenli olmayan, kurumsal kimliği olmayan, küçük ölçekli, hiyerarşik örgütlenmeden uzak, küçük gruplar şeklinde hareket edilmektedir. Lider odaklı yaklaşım benimsenmemekte, herkesin eşit mesafede olduğu, dönüşümlü sorumluluk ve görevin alındığı esnek bir yapılanma söz konusudur. Bu anlamda eski toplumsal hareketlerden gerek örgütlenme biçimi, gerek savunulan temalar/değerler gerekse mücadele biçimi olarak oldukça farklılık göstermektedir. Bunların belli bir kurumsal kimliği ve ölçek olarak büyük bir varlığı olmasa ve düzenli hareketler kapsamında ele alınmasalar bile, gerektiğinde savundukları ortak değerler adına hemen bir araya gelebilecek esneklikleri bulunmaktadır ve odaklandıkları temalar/değerler yukarıda da vurguladığımız şekilde sadece insan merkezli değil, yaşam, çevre, ekoloji, doğa, kimlik ve kültürel odaklıdır. Mücadele biçimi de örneğin ‘işçi hareketi’ gibi formel, sendika çatısı gibi kurumsal bir kimlik altında değil, daha özgür, yaratıcı eylem ve protestolara dayanan, kalıplaşmış belli bir formu ve biçimi olmayan hareketlerdir. Katılımcı profili ise ideolojik farklılık gösteren, daha çok orta sınıflardan oluşan, çoğu iktidar karşıtı ve muhalif olmakla birlikte, aralarında mücadele edilen davadan önce iktidarı destekleyenlerin de bulunabildiği; belli bir siyasi görüş veya eğilimin hakim olmadığı; çok farklı siyasi yelpazedeki insanların bir araya gelebildiği; yaş olarak da en gencinden en yaşlısına her yaştan ve kültürden insanın katılımcısı olabildiği hareketlerdir.
Örneğin gezi parkı direnişi ya da 2 Şubat 2014’de Taksim Beyoğlu’nda gerçekleşen ‘İnternetime Dokunma’ eylemindeki gibi katılımcıları içinde gençler ve öğrencilerin ağırlıklı olduğu şekli de bulunmaktadır; evini, mahallesini, yaylasını, deresini savunan yaşlı teyzelerin, dedelerin içinde bulunduğu biçimi de söz konusu olmaktadır. Bu hareketlerin, yaşanan mağduriyet, karşı olunan tema ve olgunun nitelik ve kapsamına göre her yaştan, her kesimden, yaşlı genç her gruptan destekleyicisi olabilmektedir. Grubu bir araya getiren durum genelde sıcağı sıcağına yaşanan, güncelliğini koruyan meselelerden kaynaklandığı için dinamik bir yapı söz konusudur. Çağın gerekleri, teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde çok renkli, yaratıcı, dikkat çeken eylem ve protestolarda bulunma özellikleri ile de yeni toplumsal hareketler, eski, geleneksel toplumsal hareketlere göre çok daha yaratıcı ve form olarak da değişkendir.
Toplumsal hareketleri bu şekilde ikiye ayırdıktan sonra, sizin sorunuza yönelik olarak yeni toplumsal hareketler içinde ‘ekoloji hareketini’ ele alırsak ve Türkiye’deki tarihsel süreç, deneyim ve birikimler açısından konuyu değerlendirmek istersek, şunları söyleyebiliriz. Öncelikle bütün yeni toplumsal hareketler gibi ekoloji hareketinin de gerek dünyada gerek Türkiye’de 1960’ların ortalarından itibaren yükselişe geçtiği görülmektedir. Aynı zamanda ‘insan merkezli’ hareketlerden ‘çevre odaklı’ hareketlere geçişin başladığı bu süreçte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gelişen olguların genel özelliklerine bakılırsa şunlar söylenebilir: Bir önceki dönemde kapitalizmin kendini yeniden üretme biçiminin ‘sanayi odaklı’ büyüme modeline dayanması nedeniyle yoğun sanayileşmenin de bir sonucu olarak doğa ve çevre tahribatının gittikçe arttığı, ekolojik hayatın, yaşanabilir bir çevre ve doğanın sürdürülebilirliğine yönelik tehditlerin gün geçtikçe kontrol edilemez hale geldiği dikkat çekmektedir. Bunun sonucu olarak da ‘çevre, doğa ve genel olarak ekolojik hareketlerin yükselişe geçtiği gözlemlenmektedir. Özellikle teknolojinin gelişmesiyle çevreye/ekolojik sisteme verilen zararların daha ölçülebilir hale gelmesiyle, örneğin ozon tabakasının delinmesine ilişkin ölçümlerin yapılması, doğaya karbon salınımının ve radyasyon seviyesinin ölçülebilmesi ve bu gelişmeler ışığında doğayı, yaşamı, insanlığın geleceğini tehdit eden gelişmeler üzerine toplum bilincinin yükselmesi, bu tür hareketlerin ivme kazanmasını sağlamıştır. Yine tüm dünyada yaşanan petrol kriziyle birlikte, enerji sorunun gündeme gelmesi ve nükleer santral inşaatlarının başlaması ve bunların çevreye, insan yaşamına verdiği zararların tartışmaya açılmasıyla, ekolojik hareketler başka bir boyut kazanmıştır.
Gerek dünyada gerek Türkiye’de siyasi partilerin programlarında bu tür çevre ve doğa tahribatına yönelik konulara yeterince yer verilmemesi ve çevrecilerin ve ekolojik hareketlerin taleplerini yeterince sisteme iletememesi sonucu ‘Yeşil Hareket’ adı altında kurumsallaşmaya, partileşmeye gidilme ihtiyacı doğmuş ve dünyanın bir çok ülkesinde Yeşil partiler kurularak, mücadeleye bu kez de siyasi parti kimliği ile devam edilmek istenmiştir. Fakat partileşmenin getirdiği bazı yapısal ve örgütlenmeye ilişkin sorunlar, ‘yeni toplumsal hareketlere özgü esnekliğin, rahat hareket kabiliyetinin kaybedilmesi tehdidi, gerektiğinde devletle, sistemle uzlaşma zorunluluğu vb gibi sorunlar yüzünden ekoloji hareketi içindeki tartışmalar sürüp gitmiştir ve hala devam etmektedir. Dünyadaki gidişatla Türkiye’deki gidişatı birbirinden çok ayırmamak gerekmektedir. Günümüz gerçekliğinde kapitalist üretim ilişkileri bugün bütün dünyada gerçekleşen toplumsal hareketleri, kurumları, oluşumları, ilişkileri yani bütün ‘üst yapı’ yı belirler durumdadır. Öyleyse aynı kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde bu hareketlerin yükseliş ve düşüşü küresel kapitalist sürecin gidişatına göre dönemsel olarak tüm dünya ülkelerinde bazı ortak özelliklere sahip olduğu gibi, ülkelerin özgül koşullarına göre değişen bazı özel durumlar da ortaya çıkabilmektedir. Örneğin ülkeden ülkeye demokratik haklar, özgürlükler, hukuk/ adalet anlayışı ve kurumların gelişmişliğine göre bu hareketlerin ilerleme potansiyeli, yayılma, etkin olma gücü ve özgürce hareket etme kabiliyeti değişiklik gösterebilmektedir. Günümüzde yeni toplumsal hareketlerin yeniden yükselişe geçmesi için elverişli bir ortam mevcuttur. Sanayi kapitalizminin krize girişi ve tamamen doğa/çevre/kent ve kırsal üzerinden ranta dayalı bir sermaye birikim sisteminin hakim olmaya başlaması ile; diğer bir deyişle her türlü mekanın, yaşam alanlarının ‘arsalaştırılarak’ yeniden inşa edilmesi/pazarlanması, bu anlamda kentin, kırın, genel ve yerel bütün toplumsal değerlerin metalaşması/ ticarileşmesi üzerinden kendini yeniden üretmeye dayalı bir kapitalizmin hakim olması ile doğaya, çevreye, kıra, kente, tarihe, kültüre yönelik tahribatlar öylesine artmıştır ki, bu hareketleri tetikleyecek, katılımcılarını ortak tema ve sorunlarda birleştirecek olay ve olguların sayısında da önemli bir artış görülmüştür. Sistemin haber ve iletişim kanalları, ana akım medya bunlara kapalı olduğu için, bunların çoğunun birbirlerinden haberleri bile yoktur. Örneğin her köylü ilk adım olarak kendi yaylasının yok oluşuna karşı kendi birlikteliğini oluşturmaktadır; deresi kurutulan, tarlası elinden alınan köylüler de öyle, evleri yıkım tehdidi altında olan, yerinden edilmek istenen mahalleliler de öyle. Başlangıçta bu hareketler birbirinden kopuk olsa da, zamanla saldırıların yoğunlaşıp ülke geneline yayılan topyekün bir çevre ve doğa talanına dönüşmesiyle, buna karşılık gelişen savunma amaçlı sivil toplum hareketleri de aynı şekilde birbirinden haberdar olup yaygınlaşmaya, topyekün bir yaşam savunması ve yaşam alanı mücadelesine dönüşmeye evrilmektedir… Aynen Gezi sürecinde olduğu gibi…
Böyle bir kalkışmada, bir yerdeki büyük kalkışmanın duyulmasıyla, bütün yerel hareketler bir anda kendileri gibi irili ufaklı yüzlerce hareketin, tepkinin varlığından haberdar olmakta ve oluşan bu ortak zemine doğru akın akın yönelmeye başlamaktadır. Daha önce tek tekken kimseye duyurulamayan ‘sessiz çığlıklar’ bu güçlü ortak zeminde artık tüm dünyanın işitebileceği ortak bir çığlığa dönüşmektedir. Ayrıca bu süreçte eski (geleneksel) ve yeni bütün toplumsal hareketler yanı sıra benzer nitelikteki ulusal/uluslararası hareketlerin de her birinin küreselleşmenin sunduğu imkanlar sayesinde bir araya gelme, birlikte hareket etme olanakları oldukça fazladır. Bu yönden yeni toplumsal hareketlerin yeni teknolojiler ve küreselleşmenin sağladığı kolaylıklar sayesinde bir anda dünya çapında yayılma ve küresel bir eyleme dönüşme potansiyeli de eskiye göre daha fazladır.
YENİ TOPLUMSAL HAREKETLERİN YENİ TEKNOLOJİLER SAYESİNDE KÜRESEL BİR EYLEME DÖNÜŞME POTANSİYELİ ESKİYE GÖRE DAHA FAZLADIR…
Sonuç olarak bugün tüm dünyada yeni toplumsal hareketlerin yükselişe geçtiği neo-liberal bir süreç yaşanmaktadır. Tüm tepkilere rağmen, insan/doğa ve yaşamın yok edilmesi pahasına ulusal devletlerin hala daha ısrarla sermayenin çıkarlarını korumak adına yok edici/tahrip edici neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmeleri ise bu tür hareketlerin daha da şiddetlenmesine, keskinleşmesine yol açmaktadır. Neticede devlet kapitalizmin bir çıkar aracıdır ve iktidar kimdeyse onun tokmağını vurmaktadır; yani sermaye yanlısı yasalar çıkarmak kapitalist devletin doğası gereğidir. Bu anlamda kapitalizm ne derece yaşanan sorunların kaynağı/odağı ise, onu destekleyen, var olma koşullarını, yasalarını yaratan kapitalist devlet de bu sorunların aynı derecede kaynağı/odağıdır. Türkiye’de nasıl ‘Gezi hareketi’ kapitalist saldırılara karşı ‘yaşam alanlarını’ savunmaya yönelik ‘ortak bir direniş hareketi’ ise ülkedeki tek tek ‘yaşamı savunmaya yönelik’ yerel hareketler de bu şekilde ortak bir ‘yaşamı savunma’ hareketinin birer parçalarıdır. Gezi direnişi, ‘kent ve çevre’ odaklı ama esas olarak ‘yaşam alanlarımıza’ her yönden gelen saldırılara karşı ‘toplu bir savunma’, doğayı, yaşamı ve yaşam alanlarımızı koruma hareketiydi. Yerel hareketlerden Bergama mücadelesi de öyle. Bugünkü HES mücadeleleri de öyle, Çernobil karşıtı mücadeleler de, özgürlüklerimize ilişkin ‘Basın ve İfade Özgürlüğü’ Çerçevesinde ‘İnternetime Dokunma’ gibi eylemler de öyle, maden karşıtı, nükleer karşıtı mücadeleler de, ‘YEŞİL YOL’ mücadelesi de ve bütün Kent ve yaşam alanı mücadeleleri de öyle…
Bu mücadelelere her yaştan, her gruptan, her siyasi görüşten insan katılmıştır, katılmaktadır. Kadın hareketi, kadına karşı şiddeti protesto eden hareketler de cinsiyet temelli ‘bir yaşamı savunma’, hareketidir; hayatta kalma’ mücadelesidir. Yine Amerika’da bugün tekrar yükselen ‘ırkçılık karşıtı’ hareket de öyle, Bir ırka ait insanlara yönelik ‘yaşam tehdidi’ karşısında ‘hayatta kalma, ‘yaşam hakkını savunma’ hareketidir. Tüm bu hareketlerde saldırı doğrudan yaşama, yaşam alanlarına, yaşamın sürdürülebilirliğine karşı yöneltilmiştir. Bu yönüyle bu bir var olma, ayakta kalma mücadelesidir. Hayvan hakları ve doğanın savunulmasına yönelik hareketler de yaşamın, ekolojik sistemin sürdürülebilirliğinin korunmasına yönelik hareketlerdir. Aynı zamanda da kendi hakkını savunamayan canlıların ve doğanın adına, onlar için ‘yaşam hakkını’ savunma hareketleridir. Bu açıdan yeni toplumsal hareketler hem çok çeşitli, hem de çok etkili ve ses getirici olabilmektedir. Sistem ne kadar görmezden gelse de alternatif kanallardan, sosyal medya ve diğer muhalif mecralardan bu hareketler kolayca kitlesini büyütebilmekte etki alanını genişletebilmektedir.. Ve hükumet temsilcileriyle hiç yüz yüze gelmeden, masaya hiç oturmadan oluşturdukları güçlü kamuoyu ve kamu vicdanında yarattıkları büyük rahatsızlıklarla, toplumsal hayatta gerçekten bir şeylerin değişmesi yönünde güçlü bir etki oluşturabilmektedir.
Kapitalizmin kendini yeniden üretme sürecinde doğaya, insana, mekana bu tür müdahaleleri bazı dönemler daha kontrollü, daha az hasar verici, bazı dönemler de günümüzde olduğu gibi son derece acımasız, vahşi biçimde olabilmektedir. Bugün kapitalizmin doğaya, çevreye, kente, köye, yaylalarımıza, denizlerimize, derelerimize, ormanlarımıza, korularımıza, bostanlarımıza, tarım arazilerine, su havzalarına, tarihi sit alanlarına, ortak kültürel değerlerimiz ve hafıza mekanlarımıza, ortak yaşamımız ve yaşam alanlarımıza, diğer bir deyişle bütün olarak ekolojik sisteme topyekün bir saldırısı söz konusudur. Kriz ve sorunlar büyüdükçe toplumsal hareketlerin boyutu ve birlikte hareket etme kabiliyetleri de büyümekte, aynen Gezi sürecinde olduğu gibi eski /yeni, düzenli düzensiz, hiyerarşik/demokratik, alternatif bütün sivil hareketler, kurumsal kimliği olan veya olmayan bütün sistem karşıtı gruplar aynı temalar ve sorunlar üzerine ortak değerlerde bütünleşerek, ortak düşmana karşı, yani kapitalist devlete karşı ‘ortak bir duruş/direniş’ sergileyerek mücadele etme geleneğini, kültürünü oluşturmaktadır/güçlendirmektedir. Bu çok önemli bir kazanımdır bir kere. Bu toplumsal Hareketler adına bir ilerlemedir, kazanımdır. Gezi süreci bunun başarılabileceğini kanıtlamıştır. Sonuç olarak Ekolojik hareket gerek Türkiye’de gerek dünyada en başta toplumsal hareketlerde ‘insan merkezli’ anlayıştan ‘çevre/yaşam merkezli’ anlayışa geçiş anlamında çok önemli katkılarda bulunmuştur. Çevre bilincinin gelişmesinde, nükleer politika ve silahsızlanma gibi konuların kamuoyunda duyurulması gibi konularda da ekolojik siyaset, siyasal hayata birçok olumlu etkilerde bulunmuştur. Bugün insanların eskiden radikal görülen ya da pek önemsenmeyen yeni toplumsal hareketlere daha sıcak bakmasında; çevre sorunları konusunda, doğaya, çevreye, bütün olarak ekolojik sisteme verilen zararlar konusunda toplumsal duyarlılığın bu derece artmasında; siyasal partilerin artık programlarında çevre politikalarına ve ekolojik konulara daha ağırlık vermesinde; insanların geleneksel yaşam tarzı ve mücadele biçimleri dışındaki oluşumlara karşı daha hoşgörülü hatta sempatiyle bakmasında, tüm bu olumlu gelişmelerde şüphesiz yeni toplumsal hareketlerin, özellikle de ekolojik hareketin çok önemli bir rolünün bulunduğunu unutmamak gerekmektedir. Bunlar içinde de ilk ekoloji hareketlerinden Bergama Hareketini ve günümüzde Kazdağları mücadelesini, diğer Nükleer Karşıtı ve Maden Karşıtı Hareketlerle birlikte Türkiye’nin en başarılı yerel Ekoloji Hareketlerine örnek olarak vermek yanlış olmayacaktır.
Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?
‘TOPLUMSAL MUHALEFET HAREKETLERİ’ KAPİTALİZMLE TERS ORANTILI OLARAK KAPİTALİZM YÜKSELİRKEN DURULMAKTA KAPİTALİZM KRİZDEYKEN İSE YÜKSELİŞE GEÇMEKTEDİR…
Öncelikle şöyle bir gerçeklikten hareket etmek gerekmektedir. Kriz dönemleri her zaman sistem karşıtı, muhalif hareketlerin yükselişi için en elverişli koşulların oluştuğu dönemlerdir. Çünkü kriz demek, mevcut egemen sistemin en zayıf olduğu, sistem üzerindeki kontrolünün gevşediği, hatta sistemin çöküşe geçtiği dönem anlamına gelmektedir. Bu dönemlerde egemenlerinin güç kaybetmesi, kontrolün ellerinden kaymaya başlaması, muhalif veya sistem karşıtı hareketlerin güçlenmesi için ise en uygun zemin ve koşulların oluşması için bir fırsattır. Egemenler kontrolü yeniden sağlama ve tepkileri artan toplumu susturma amacıyla baskı ve şiddet kullanımını arttırdıkça sistemin zafiyet ve çelişkileri de artmaktadır. Sistem karşıtı muhalif hareketlerin hızla gelişeceği uygun, elverişli koşullar bu süreçte daha kolay oluşmaktadır. Kriz dönemlerinde ayrıca doğa, çevre, ekoloji yanı sıra, geleneksel, eski hareketlere de ivme kazandıran insan merkezli sorunlarda da bir artış olacağından; örneğin kriz nedeniyle işsizliğin artması, yoksuluğun, gelir adaletsizliğinin yükselmesi, sağlık ve eğitimde fırsat eşitliğinin olmaması, yolsuzluk, adaletsizlik vb gibi geleneksel sorunlar ve yeni toplumsal hareketleri tetikleyecek diğer unsurların hepsini aynı anda harekete geçirecek bir ortamın ortaya çıkması, sürecin tüm muhalifler lehine aynı anda güçlenmesi sonucunu yaratacaktır.
Konuyu günümüz egemen sistemi ‘kapitalizm’ ve ‘Korona’ gündemi açısından ele alırsak bugün Kapitalist sistem 1929 Dünya krizi ile eşdeğer sayılan, hatta daha ciddi sonuçlarının da olabileceği düşünülen ciddi bir çöküş sürecine girmiştir. Tamamen ticarete dayalı bir sermaye birikiminin söz konusu olduğu günümüz kapitalizm koşullarında, korona pandemisi nedeniyle ne ticaretin sağlıklı yapılabileceği bir zemin kalmıştır ne de ticaret yapan kişileri ayakta tutacak imkanlar yeterince mevcuttur. Ayrıca tüketici kesimin maddi olarak alım gücünün gittikçe düşmesi, ticaretin talep açısından da sürdürülebilir olmadığını göstermektedir. Şimdilik insanlar bankalar ve finans sisteminin desteği ile (yatırım kredileri ve tüketici kredileri sayesinde) hala yatırım yapabilmekte, zorla da olsa işlerini sürdürebilmekte ve tüketime devam edebilmekteler ise de, uzun vadede toplumun bütün olarak borçlanma düzeyi öylesine bir yükselişe geçmiştir ki, böyle bir gidişatın sürdürülebilirliği mümkün değildir. Bu koşullarda ne sermaye rahatça hareket edebilmektedir ne de mal ve hizmet üretimi ve dolaşımı rahatça yapılabilmektedir. Dijital ticaret yoğunlaşmış olsa da onun da bir sürü sorunları, sakıncaları bulunmaktadır. Mekanların, işletmelerin hizmet kapasitesi düşmüş, müşterileri azalmış, kapasite daralmaları yüzünden bir çok insan işinin kaybetmiş, zaten var olan işsizlik düzeyi katlanılamaz hale gelmiştir.
Özellikle genç işsizliği tüm dünyada tehlikeli boyutlara ulaşmış, harcayacak gelirleri olmayan ve her geçen gün sayıları artan bu genç insanlar sistem için taşınması zor ağır bir yük haline gelmiştir. 1929 Krizinin atlatılmasında Sermaye bu tehlikenin farkına varmış, kendi yatırım kapasitelerinin, sermaye birikimlerinin, işçi sınıfının alım gücü olmadan bir işe yaramayacağını anlayarak, işçi sınıfı ile dünya kaynak ve gelirlerinin daha adil paylaşılması konusunda uzlaşmaya varmıştır. Keynesyen emek yanlısı, gelir ve istihdam arttırıcı politikalarla bu kriz bir şekilde atlatılmıştır. Sonuç olarak sermayenin iktidar aracı olan devletlerin uyguladığı baskı ve şiddet artsa da, kriz dönemleri dünyadaki en canlı toplumsal muhalefet ve sistem karşıtı hareketlerinin oluşabileceği, çoğunlukla sistemi değiştiremese bile taleplerini elde edip kendisine daha elverişli çalışma ve yaşam koşulları sağlayabilecekleri fırsatlarla dolu bir süreçtir. Örneğin 1960’lar toplumsal muhalefet için böyle bir ortam yaratmıştır. Bir çok sistem karşıtı yeni toplumsal hareket bu dönemde yükselişe geçmiştir. Sendikal mücadeleler en verimli dönemlerini bu süreçte yaşamıştır. Şimdi yeni bir kriz dönemi ve muhalif hareketlerin beklenti ve talepleri doğrultusunda değişim ve dönüşüm için yeni bir fırsatla daha karşı karşıyayız. Ama Korona süreci karşı tarafın imkan ve fırsatlarını kısıtladığı gibi muhalif hareketlerin de bazı imkanlarını ortadan kaldırmakta, hareket kabiliyetini ve mücadele olanaklarını zorlaştırmaktadır. Zaten var olan baskı ve şiddetin derecesi, Korona süreci bahane edilerek daha da arttırılmakta, muhaliflerin mücadele alanı daraltıldıkça daraltılmaktadır. Zaten salgının yaygınlaşması tehlikesine karşı evine kapanmış toplum, baskıların da artmasıyla iyice içine kapanmaktadır. Bununla birlikte insanlar kaybedecekleri hiçbir şeylerin kalmayacağı bir noktaya doğru da hızla sürüklenmektedir. Konfor alanları, özgürlükleri bir yana yaşamlarının sürdürülebilirliği tehlike altındadır.
Fabrikaların, madenlerin, zehirli dumanları yüzünden soluyacak temiz havaları kalmayan; su kaynaklarına, derelere karışan kimyasal atıklar yüzünden içecek sağlıklı suya erişemeyen; yoksulluk, işsizlik, gelir adaletsizliğinin artması sonucu yiyecek ekmek bulmakta zorlanan halkların sabrının artık sonu gelmektedir. Bu durumda zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan insanların neler yapabileceğini kestirmek kolay değildir. Tarihte bunun örnekleri vardır. İnsanlar öyle bir noktaya gelebilir ki, son aşamada açlık, sefalet, işsizlik, sağlıksız çevre, hastalık ve virüs tehdidi altında böyle sersefil yaşamaktansa, ‘onurlu bir yaşam’ , daha insanca hayat koşulları için canları pahasına ölümüne bir direnişi, mücadeleyi tercih edebilirler. Türkiye’de Gezi, Amerika’da Irkçılığa karşı başlayıp çığ gibi büyüyen toplumsal muhalefet hareketi tam olarak olmasa da kısmen böyle bir nitelik taşımaktadır. Henüz canların verilmesi noktasına gelinmese de, çözüm bulunmadığı, baskı, şiddet, yoksulluk ve yoksunluğun arttığı ölçüde o noktaya doğru ilerlendiği bir gerçektir. Buna benzer birçok muhalif hareket aynı anda bütün dünyada yayıldığında , bunun kontrol edilmesi artık çok zordur.
BUGÜN DÜNYADAKİ KAOSTAN ALTERNTİF BİR DÜNYA DÜZENİ VE/VEYA DAHA İNSANİ BİR SİSTEM ÇIKIP ÇIKMAYACAĞI GÜNÜMÜZÜN EN TEMEL MESELESİDİR
Eğitimin artık evden uzaktan eğitim olarak veriliyor olması, bütün şirket toplantılarının, konferans ve etkinliklerin yine sanal ortamda gerçekleşiyor olması, sanal ticaretin, sanal faaliyetlerin her geçen gün daha çeşitlenmesi, zenginleşmesi ve bu mecranın bilinmezlerle, belirsizliklerle dolu, kontrolü zor, sınırsız bir mecra olması, önümüzde bizi bekleyen yeni dünyanın, karşımıza çıkacak yeni fırsatların ve tehlikelerin şimdiden ip uçları mevcut bulunmaktadır. İleride bu gidişata ayak uyduramayan, yeni yetişen kuşağın taleplerini karşılamakta yetersiz kalan yöneticiler, siyasetçiler, hakim kurum ve oluşumların hepsi bu süreçte eski gücünü, kontrolünü kaybedecektir. Yeni kuşak kendi yönetim tazı ve ve alternatif kurumlarını oluşturacaktır. Bu anlamda umut gelecektedir..
Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?
Korona süreci, salgın bir hastalığın bütün dünyada yarattığı zararlı, tahrip edici etkiyi doğal olarak Türkiye’de de yaratmıştır. Bu süreçte binlerce insanın hayatını kaybetmesi Korona krizinin en vahim sonucu olmuştur şüphesiz. Bunun yanı sıra krizin diğer bir sonucu olarak ekonominin daralmasıyla iş kayıplarının olması, işsizliğin artması, gelir imkanlarının kısıtlanması ve insanların borçluluklarının artması; bankalara, sisteme borçlanmalarının gittikçe sürdürülemez hale gelmesi… Yine firma iflasları, kapatılan iş yerleri, işletmeler bütün bunlar krizin olumsuz sonuçları olmaktadır. Türkiye açısından farklılıklara gelince, krize karşı alınan tedbirler ve vatandaşların mağduriyetleri karşısında devletin takındığı tavır ve üstlendiği sorumluluklar konusunda ülkeden ülkeye büyük farklılıklar bulunmaktadır. Almanya gibi, İsviçre gibi, Hollanda gibi sosyal devletin nispeten hala var olduğu ülkelerde devlet vatandaşına karşı üzerine düşen sorumluluğu üstlenmekte, gelir kayıplarına karşı gereken ek gelir kanallarını faaliyete geçirmekte, elinden geldiğince maddi kayıpları karşısında vatandaşlarını mağdur bırakmamaya çalışmaktadır. Türkiye’de ise iktidar tarafından her türlü tedbirin alındığı konusunda sık sık resmi açıklamalarda bulunulmakla beraber, vatandaş yaşadığı mağduriyetlerin giderilmesine yönelik doğru dürüst muhatap bulamamakta; toplanan yardımların nereye gittiği bilinememekte, yardımcı olacağı ifade dilen kurumlar insanları elleri boş evlerine göndermektedirler. Televizyonlarda, basın toplantılarında açıklanan tedbir ve desteklerin gerçek hayatta karılığı olmamaktadır. Bunlar yetmiyormuşçasına devlet hala rant odaklı, talana ve yağmaya dayalı, inşaat odaklı büyüme modelini tam gaz yürütme çabasındadır. Ekonomiyi bu şekilde ayakta tutmaya çalışmaktadır. Her yerde korona nedeniyle karantina ve yasaklar sürerken inşaat makinaları harıl harıl çalışmakta, köylünün tarlası, yaylası işgal edilmekte, suyu, deresi fabrikalar tarafından, madenler tarafından kirletilmeye devam etmektedir. Kuraklık, susuzluk, betonlaşma, kirlilik, adaletsizlik, fırsat eşitsizliği, işsizlik, yoksulluk ve en önemlisi hiçbir muhatap bulamama, bugün Türkiye’nin en önemli meseleleri arasındadır. İnsanlar kentsel dönüşüm projeleri nedeniyle evlerini boşaltmak, mahallelerini terk etmek zorunda bırakılmaktadır. Devletin kasası boşaldıkça vatandaşın üzerindeki vergi yükünün arttırıldığı görülmekte, işsizlik ve yoksullukla boğuşan halkın geçinme, en temel gıda ihtiyaçlarını karşılama imkanları bile yokken, pahalılık almış başını gitmektedir. Bu halk bu şekilde daha ne kadar devam edebilecektir bunu hep beraber bekleyip göreceğiz.
BUGÜN KIRSALDA YA DA KENTTEKİ TÜKENİŞİ, DOĞAYI, EKOLOJİYİ BİR BÜTÜN OLARAK ELE ALDIĞIMIZDA VE TAHRİBATLARI DA BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRDİĞİMİZDE BÜTÜN YAŞAM ALANLARIMIZ TEHDİT ALTINDADIR…
Bugün en önemli ekolojik sorunlar deyince, böyle hiyerarşik bir tanımlama yapmaktansa, doğayı, ekolojiyi bir bütün olarak ele almak ve tahribatları da bütün olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Öyle ki bugün kentlerden, kasaba ve köylere, en ücra köşelere kadar uzanan bir inşaat ve betonlaşma süreci tüm doğaya ve ekolojik sisteme zarar vermektedir. Ormanların yağmalanması, yaylaların, bostanların, tarım arazileri ve su havzalarının, parkların, koruların, neredeyse yeşil ve güzel olan bütün doğa alanlarının imara ve inşaata açılması topyekün olarak yaşam alanlarımıza yöneltilmiş bir saldırı niteliğindedir. Yaşamın sürdürülebilirliği açısından biri diğerinden daha az zararlı veya tahrip edici değildir, bunların hepsinin birden aynı anda aynı süreçte gerçekleşiyor olması aslında ekolojik bir çöküşe doğru sürüklemektedir dünyayı. Eğer bu süreç durdurulamazsa gelecekte bizi nasıl felaketlerin, afetlerin, salgın hastalıklarının beklediğini kestirmek mümkün değildir. Örneğin kimyasal atık veya madenler yüzünden toplu halde bütün köy ve kasaba halkının ölümle burun buruna yaşadığı, kanser vakalarının sıradan bir olay haine geldiği yerler vardır Türkiye’de. Hava ve suyun kirliliği, nükleer tehdit, ozon tabakasının deliniyor olması, iklim değişikliği nedeni ile sel ve felaketlerin artması, kuraklığın artması, virüs ve bakteri kaynaklı hastalıkların çoğalması, hormonal ve GDO’lu sağlıksız beslenme yüzünden toplu olarak hayatlarımızın tehdit altında olması, bütün bunların hepsi aslında günümüz ekolojik sorunlarının başında gelmektedir. Ve bunları hiyerarşik olarak bu sorun daha önemli, bu sorun daha az önemli diye sınıflandırmak bana göre doğru değildir. Ekolojik sistem bir bütündür; küçük taşlar ve büyük taşlar hepsi birden doğanın dengesinde, ekolojik dengede aynı derecede önemlidir. Sonuç olarak yaşanan tüm bu olumsuz gidişatı ve ortaya çıkan tahribatları göz önünde bulundurursak şöyle bitirebiliriz: kapitalizm insani bir sistem değildir, yaşam odaklı, ortak yaşamı iyileştirici bir sistem değildir; madde odaklı, eşya sevici, paraya tapan bir sistemdir ve tahrip edici yönleri çoğaldıkça, doğaya, insana, yaşama karşı oluşturduğu tehditler arttıkça, sürdürülebilir bir sistem olmaktan da çıkmaktadır. O halde biz muhalifler olarak alternatif sistemler konusunda daha ciddi düşünmeliyiz ve gerçek, kalıcı projelerle ilgili çalışmalar üzerinde daha çok yoğunlaşmalıyız. Çözüm de bu çabalar sonucunda süreç içinde ortaya çıkacaktır.
Sizi esas olarak Türkiye’deki ‘neo-liberal Kent Politikları’ ve ‘Rant Odaklı Kentsel Dönüşüm’ sürecine karşı verdiğiniz mücadele ile tanıyoruz. Özellikle de ‘Fener-Balat tarihi’ bölgesinin yıkımına karşı yürüttüğünüz ‘mahalle’ savunmasından ve daha genel anlamda da ‘Kent hareketleri’ olarak gerçekleştirdiğiniz mücadelelerden, biraz da bu süreçten ve deneyimlerinizden bahseder misiniz? Bir akademisyen olarak sahada olmak size neler kattı? Ayrıca ‘Kent’ alanlarındaki dönüşümle ‘Kırsal’ alandaki dönüşüm arasındaki bağlantı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu iki mücadeleyi ortaklaştırarak sürdürmenin önemi nedir?
Öncelikle şunu belirterek başlayalım; ister kent merkezlerinde veya mahallelerde olsun, ister kırsal kesimde, yaylalarda ve diğer alanlarda, tüm bu süreci ‘inşaat odaklı büyüme modeli’ ve günümüz neo-liberal Kır/Kent politikalarının bir sonucu olarak görmek gerekmektedir. Bu süreç sadece İstanbul’a ya da Fener-Balat’a özgü değildir; Türkiye’nin, hatta dünyanın birçok kentinde eş zamanlı gerçekleşen bir olgudur. Önemli olan diğer gelişen süreçlerden farklı olarak burada neler olduğu. Bu sürecin Türkiye’de nasıl, diğer ülkelerde nasıl hayata geçirildiği. Türkiye özelinde yaşanan deneyimlerin neden diğer ülkelerden daha sıkıntılı ve hoyrat yaşandığı; soruna bu açıdan yaklaşmak ve bu boyutuyla birlikte kavramak çok önemli. Bu çerçevede özel olarak araştırma yapan arkadaşlar için konuyu tam da bu açıdan ele alan iki makalemi tavsiye etmek isterim. [1. makale: Şahin, Ç (2015)]
BİZ MÜCADELE ETMESEYDİK BUGÜN FENER-BALAT YIKILMIŞ OLACAKTI
Biz Fener-Balat- Ayvansaray Yenileme sürecinin bir parçası olarak neo-liberal politikalar çerçevesinde kentlere yönelik uygulanan ‘soylulaştırma’ ve ‘yerinden etme’ politikasının Türkiye’deki, özellikle de İstanbul’un çok önemli tarihi semtlerinden biri olan Fener-Balat’taki yansımalarını birebir deneyimleyen insanlarız. Fener-Balat’ta yaşanan ‘soylulaştırma’ olgusunun diğerlerinden farkı ise şu: Sulukule’yi bu konuda örnek alırsak, Sulukule halkı tepeden inme bir proje ve kamulaştırma tehdidiyle yerinden edildi; insanların evleri yıkıldı, mahalle yapısı, tarihi doku tamamen yok edilerek yepyeni bir yapı oluşturuldu. Burada bir dönüşüm yok, toptan bir yok oluş ve yepyeni bir yapılanma söz konusu. Hiçbir şey eskinin devamı değil, her şey yenidir, sıfırdır. Binalar yenilendi; halk yenilendi, mahalle yapısı, sokak dokusu, tarihi ve mimari yapı tamamen yıkıldı. Bir de Cihangir, Ortaköy, Kuzguncuk gibi tarihi semtlerin piyasa ekonomisinin etkisiyle, kendiliğinden, zaman içinde, eski yapıların yenilenip değerlerinin artması, fiyatların yükselmesi ve bunu karşılayamayan yoksul kiracıların bölgeyi terk etmesi sonucu bölgenin nüfus profilinin değişmesi şeklinde gerçekleşen doğal ‘soylulaşma’ süreci vardır ki şu an Fener-Balat’ta yaşanan da budur. Eğer biz mücadele etmeyip, yıkımları önlemeseydik, burası da Sulukule gibi toptan yıkılacak, Fener-Balat halkı toplu olarak bölgeden sürülecek ve geriye eski tarihi-mimari dokudan, mahalle yapısından hiçbir şey kalmayacaktı. Bu açıdan bizler bu bölgede böyle bir misyon yüklenmekten, bu nadide tarihi semti topyekûn yıkımdan koruyabilmekten dolayı çok mutluyuz. Bununla birlikte, mahalle yapısının her geçen gün bozulması, Fener-Balat halkının her geçen gün azınlığa düşüp kendi yaşadığı semte yabancılaşması, yeni gelenlerin buranın asli unsuru olan yerel halka, mahalle kültürüne gereken önemi vermemesi, saygı duymaması tabii ki bizi rahatsız eden unsurların başında geliyor. Yoksa bölgeye yatırımlar yapılması, yeni mekânlar açılması, insanların burada eğleniyor, güzel vakit geçiriyor olması, burada ticari faaliyetlerin ve günlük yaşamın canlanması biz Fener-Balat mahalle halkını rahatsız etmez. Ama yeni gelenler daha önce burada bir hayat olduğunu, geleneksel değerlerle örülü bir mahalle kültürünün hüküm sürdüğünü, bu insanlar için buranın çok büyük manevi değeri olduğunu, onlarla ayrışmak yerine bütünleşerek yaşamanın önemini kavramak durumunda. Yarın buraya belediye ya da sermaye yine bir proje ile geldiğinde, burayı koruyacak ve en büyük mücadeleyi verecek olanlar yeni gelen ve çoğu kiracı olan esnaf değil; yine buranın asli unsuru olan eski halkı, yerelleri olacak. Gelenler en küçük baskıda mekânlarını kapatıp gidebilirler, ama burada yaşayan ve daha önce burayı yıkıma karşı koruyanlar, yine yıkıma karşı mücadele edecek ve ne pahasına olursa olsun bölgeyi yıkımdan koruyacak olanlardır…
Kent Hareketleri’ olarak kent genelinde verdiğimiz mücadeleye gelince, aslında bu hareket tek tek mahallelerde ve kent alanlarında yerel olarak sürdürülen mücadeleleri gerektiğinde ortak bir amaç için bir araya getirip ‘topyekün bir savunma hattı’ oluşturabilmek’ niyetiyle yola çıkılmış bir hareketti. Kısmen başarılı da oldu; sonradan Kent savunması yapan bazı gruplar hareketten ayrılıp ‘İstanbul Kent Savunması’ adı altında başka bir oluşumda birleşse de, mahalleler ‘Kent Hareketleri’ içinde kaldı ve sonradan bizim yapımız tamamen ‘Ortak Bir Mahalle Hareketi’ kimliğini kazandı. Kent Hareketleri ve diğer kent gruplarının en büyük başarılarından biri ‘Yoksulluk, Yolsuzluk ve Kent Talanına Karşı’ Kadıköy’de gerçekleştirdiğimiz, onlarca doğa ve yaşam savunucusu, kent savunucusu aktivist grup yanı sıra bazı sol parti ve sendikaların katıldığı, 80 binden fazla insanın yer aldığı ‘İstanbul Kent Mitingi’dir.
Mitinge katılan Gruplar:
Kent Hareketleri, Kuzey Ormanları Savunması, Forumlar Arası Kentsel Dönüşümle Mücadele Çalışma Grubu, 2-B Hak Sahipleri Platformu, Abbasağa Forumu, Avcılar Gezi Dayanışması, Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, Bağımsız Hayvan Özgürlüğü Aktivistleri, Bakırköy Dayanışması, Bakırköy Halk Meclisi, Diren Bakırköy Forumu, Büyükdere Forumu, Caferağa Dayanışması, Cevizli Tekel Dayanışması, Cihangir Forumu, Çekmeköy Halk Meclisi, Çifte Havuzlar Koruma Yaşatma Ve Güzelleştirme Derneği, Dağevleri Birlik Spor Kulübü Derneği, Devrimci Demokrat Ormancılar, Diren Kuzguncuk, Engelli Hakları Atölyesi, Etiler Forum, Göztepe Gezi Dayanışması, Gülbağ Forumu, Gülsuyu-Gülensu Güzelleştirme Derneği, Haliç Dayanışması, Halkın Mühendis Mimarları, Haydarpaşa Dayanışması, Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği, Heybeliada Forumu, İmece Toplumun Şehircilik Hareketi, İstanbul Kent Ve Barınma Hakkı Meclisi, İ.Ü. Arkeoloji Koruma Ve Onarım Sanat Tarihi Öğrencileri, İtü Forumu.Karadeniz İsyandadır Platformu, Kartal Dayanışması, Kartal Uğur Mumcu Halklar Meclisi, Kent Ve Demokrasi Platformu, Kocamustafapaşa Dayanışması, Kocataş Mahallesi Güzelleştirme Derneği, Koç Üniversiteliler Dayanışması, Kuşdili Platformu, Maçka Forumu, Mayısta Yaşam Kooperatifi, Müşterekler, Okmeydanı Dayanışması, Özgürlük Parkı Forumu, Pangea Ekoloji, Pendik Bosna Parkı Dayanışması, Politeknik, Sarıyer Maden Mahallesi Derneği, Shd Kadın Ve Gençlik Evi, Seyyar Forum, Site Ve Esenevler Mah.Yardımlaşma Ve Dayanışma Derneği, Site-Der Sultangazi Sosyal Haklar Derneği, Sporcular Parkı, Su Hakkı Kampanyası, Taksim Gezi Parkı Koruma Ve Güzelleştirme Derneği, Tarlataban Kolektifi, Tatavla Dayanışması, Tmmob İstabul İl Koordinasyon Kurulu, Toplumcu Mühendisler Ve Mimarlar Meclisi, Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği, Türkiye Ormancılar Derneği Marmara Şubesi, Üsküdar Doğancılar Forumu, Yakacık Dayanışmas, Yedikule Bostanlarını Koruma Girişimi, Yeldeğirmeni Dayanışması, Yeniköy Forumu, Yeryüzüne Özgürlük Derneği, Yeşil Öfke, Yeşildere Kültür Derneği, Yıldız Tabya Barınma Hakkını Koruma Derneği, Yoğurtçu Park Forumu, Aka-Der, Antikapitalist Öğrenciler, Bts Genel Merkezi, Çevre Mühendisleri Odası , İstanbul Şubesi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Dödef, Emekçi Hareket Partisi, Emekliler Dayanışma Sendikası, Halkevleri, Halkların Demokratik Kongresi, Halkların Demokratik Partisi, İstanbul Tabip Odası, İşçi Meclisi, Küresel Eylem Grubu, Ödp İstanbul İl Örgütü, Yeşiller Ve Sol Gelecek Partisi, Sınıfsız Dergisi, Fındıklı Dereleri ve Derelerin Kardeşliği Platformu
Aslında bizler orada toplumsal muhalefet olarak hep birlikte ‘yaşam manifestomuzu’ ilan etmek için bir araya gelmiştik. Çünkü saldırılar direk olarak yaşamımıza ve yaşam alanlarımıza yönelikti. Yaşam Manifestomuzu özetlemek gerekirse ki o dönem bu başlık altında ben de bir yazı yazmıştım; açık gazetedeki o yazımdan aktarırsam ‘manifestomuz’ şöyle idi:
“İSTANBUL HALKI YAŞAM MANİFESTOSUNU İLAN EDİYOR
Bugün İstanbul’da yüzden fazla ‘kentsel dönüşüm’ ve ‘yenileme projesi’ bulunmaktadır; bu projelerle İstanbul adeta yeniden inşa ediliyor; rant uğruna sağlam yapılar, tarihi tescilli binalar, mahalleler yerle bir ediliyor, orman arazileri sit alanları, arkeolojik rezerv alanları ortadan kaldırılıyor; Kentsel Dönüşüm ya da yenileme projeleri adı altında devlet gücü kullanılarak insanların evlerine zorla, kamulaştırma tehdidiyle el konuluyor; onlarca, beklide yüzlerce yıl bir arada yaşamaktan doğan mahalle kültürleri bir anda yok ediliyor; insanlar yılların kazanımı olan komşuluk ilişkileri ve dayanışma bağlarından, iş yerleri ve geçim kaynaklarından tedbirsiz, sosyal desteksiz acımasızca kopartılıp kent çeperlerinde kötü koşullarda yaşamaya terk ediliyor… Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat-Ayvansaray, Zeyrek, Süleymaniye gibi eşsiz tarihi semtlerin bulunduğu Tarihi Yarımadada çok değerli sivil mimari örnekleri, tescilli binalar yıkılıyor; Osmanlı mimarisinin nadide eserleri ahşap evler acımasızca yok ediliyor; Giydirme, taklit edilmiş cephelerle tarih kurtarılmış gibi yapılıyor; aslında tarih dekorlaşıyor; İSTANBUL DEKORLAŞIYOR…
Yer üstünde olduğu kadar yer altında bulunan arkeolojik zenginlikler de yargı kararlarına rağmen korunamıyor, kamuoyunun gözleri önünde pervasızca hafriyatlarla kapatılıp tahrip ediliyor; Daha önce kamusal alan olarak belirlenen ve kamu yararına kullanılan hastaneler, okullar, tarihi sit alanları, vakıf arazileri, orman arazileri, yalılar, kamu kurum ve tesisleri hızla özelleştiriliyor, yerlerine oteller, alış-veriş merkezleri, turizm tesisleri yapılıyor…Bugün bu amaçla İstanbul içinde 156 tarihi okul binasının tespiti yapılmış durumda;
HASTAHANELER OTELE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR;
TARİHİ HAYDARPAŞA GARI OTEL OLUYOR;
EMEK SİNEMASININ YERİNDE ALIŞVERİŞ MERKEZİ YAPILMAK İSTENİYOR…
ÜÇÜNCÜ KÖPRÜ İÇİN ORMAN ARAZİLERİ KATLEDİLİYOR…
DOĞA ELDEN GİDİYOR…
Karadeniz’de yüzlerce HES projesi yüzünden derelerimiz, su kaynaklarımız, kıyılarımız tehdit altında…
Tarihi ve Sit alanların koruma ve denetimi nasıl 5366 nolu yasa ile Anıtlar Kurulunun denetiminden alınıp belediyelere verilerek bu alanların kaderi AKP iktidarının insafı ve yandaş müteahhitlerinin rant iştahına bırakıldıysa, Türkiye’deki tüm Tabiat ve Doğal Kaynakların denetimi de Tabiat ve Doğal Kaynakları Koruma Kurulu’ndan Çevre Bakanlığına devredilerek bu kez de ormanlarımızın, sularımızın, derelerimizin, denizlerimizin, kıyılarımızın, can suyumuzun, yaşayacak dünyamızın geleceği AKP nin insafına ve ranttan gözü dönmüş Uluslararası sermayenin kar hırsına bırakılmış durumda…
KAPİTALİZM HER YÖNDEN SALDIRIYOR…
Artık hiçbir ideolojinin, dünya görüşünün bir önemi yok; çünkü yaşayacak dünya soluyacak hava bırakmıyorlar bize; içecek su, barınacak yuva bırakmıyorlar; iş bırakmıyorlar; aş bırakmıyorlar… Bu yok oluş herkesi ilgilendiriyor; herkesin canı yanacak çünkü… Sistemin bütün ezilenleri, mağdurları, dışlanmışları hiçbir ideoloji gözetmeden yaşam alanlarına, yaşamlarına sahip çıkmak için bir araya gelmeli, birlikte hareket etmeli…
CANIMIZA TAK DENİLEN NOKTADAYIZ ÇÜNKÜ!!!
Sermayenin ulusal veya uluslar arası alanda hakim olduğu, yaşam alanlarımıza, dünyamıza, yaşadığımız çevreye zarar verdiği, rant uğruna evlerimizin, okullarımızın, hastanelerimizin, sinemalarımız elimizden alındığı, sosyalleşme ve insanca yaşamak için tek bir parasız girilen veya kullanılabilen kamusal alanın bırakılmak istenmediği, köprü üstüne köprü, alış merkezi üstüne alış veriş merkezi, otel üstüne otel yapılan bu çılgın sürece artık dur demek gerekiyor… Bu konuda gerekli yasalar çıkarılmış minareye kılıf uydurularak özel bir hukuk alanı yaratılmış, 5366 nolu yasanın zırhı arkasında İstanbul gibi tarihi kentler yıkıma talana açılmış, bütün bu süreci meşrulaştırmak için özel kurul ve bilirkişi heyetleri oluşturularak tezgah tam kurulmuştur. Bu gidişe dur demenin tek yolu Toplumsal bilincin yeniden bireysel çıkardan kamusal çıkara doğru şekillendirildiği, sosyal faydanın ön plana çıkarıldığı yeni bir anlayışa sahip olmaktır; Aksi taktirde soluyacak havamızın kalmayacağı, yiyecek tek bir sağlıklı gıda ya da besin bulamayacak hale geleceğimiz, yapılan baraj ve hidroelektrik santralleri yüzünden derelere, denize, yeşile, ormana, suya, çayıra hasret kalacağımızı, oteller ve alışveriş merkezleriyle çevrilmiş bir dünyada müşterisi olamadığımız global bir pazarın her geçen gün biraz daha dışına itilerek, kenara süpürülen, değer görmeyen insan müsveddelerine dönüşeceğimiz bir gelecek bizi beklemektedir…Kapitalizmin ve neo-liberal politikaların bir avuç insanın refahı ve keyfi için bütün insanların kullanımına ait kaynakların çarçur edilmesi, tüketilmesi, yaşadığımız dünyanın, yaşam alanlarımızın kar hırsı ve aç gözlülüğe yenik düşmesi anlamına geldiği genç kuşaklara çok iyi anlatılmalıdır. İşte o zaman ne özel yasalar, ne özel hukuk alanları ne heyetler, ne kurullar toplumun birlikteliğinden doğan gücün karşısında duramayacaktır, dursa da meşruluğu olmayacaktır…
YAŞAMIMIZA VE YAŞAM ALANLARIMIZA DAHA KARALI BİR ŞEKİLDE SAHİP ÇIKMANIN ZAMANI GELMİŞTİR…
Birleşik Kent Hareketleri Muhalefeti artık harekete geçiyor; 22 ARALIK’TA bütün kent bileşenlerini kapsayan genel bir eylem, YAŞAM MANİFESTOMUZ geliyor…
22 ARALIKTA, KADIKÖY’DE, İSTANBULUMUZA, TÜRKİYEMİZE, DOĞAMIZA, DENİZİMİZE, SAHİLİMİZE, SUYUMUZA, DERELERİMİZE, ORMANLARIMIZA, TARLALARIMIZA, BOSTANLARIMIZA, YIKILMAK İSTENEN MAHALLELERİMİZE, EVLERİMİZE, ESNAFIMIZA, KOMŞULARIMIZA, GARLARIMIZA, TİYATROLARIMIZA SİNEMALARIMIZA, SATILAN OKULLARIMIZA, TALAN EDİLEN TARİHİ VE KÜLTÜREL MEKANLARIMIZA, BARINMA HAKKI VE YAŞAM HAKKIMIZA SAHİP ÇIKIYORUZ…
Sanırım bu MANİFESTO metni yukarıda sorduğunuz birçok soruyu da yanıtlıyor. Diğer bir deyişle bugün bizler doğa ve yaşam savunucuları olarak Kapitalizmin tabiata, yaşama ve yaşam alanlarımıza karşı yönlendirdiği top yekün saldırıya karşı aslında ‘tek tek yereller’ olarak ya da ‘birleşik hareketler’ olarak ortak bir mücadele sürdürmekteyiz. Neo-liberal talan politikalarına karşı yaşamımızı, yaşam alanlarımızı, doğamızı savunmaya çalışmaktayız. Bu mücadeleleri kır, Kent, doğa, deniz, sahil, dere, yayla, HES, Maden, tarla, su mücadelesi diye ayırmak doğru değildir. Tüm saldırılar ortak bir düşmandan, Kapitalist sistemden gelmektedir ve yaptığımız her savunma da esas olarak kapitalizme ve neo-liberal kır/kent politikalarına karşıdır. Bugün inşaat sektörünün faaliyetlerini genişletmek ve kentsel ve kırsal alanları inşaata açmak için halka rağmen, insani ve yaşamsal değerlere rağmen uygulanan bir ‘Rant hukuku’ Türkiye’de hakim durumdadır. Yasal engellerden kurtulan inşaat sermayesi kontrolsüz bir şekilde getirisi yüksek yerlere müdahale etmekte, yerleşim alanlarına, ormanlara, parklara, doğaya, çevreye, soyut ve somut kültür varlıklarına telafisi mümkün olmayan zararlar vermektedir. Bu sağlıksız modelde ülkede toplumsal kaynakların yeniden dağılımında büyük dengesizlikler ortaya çıkmakta, üretilen hizmet ve kaynaklara erişim konusunda toplumun çoğunluğu aleyhine ciddi kısıtlamalar oluşmaktadır. Bu işleyişte bizim itiraz noktalarımız şunlardır: Öncelikle model ‘sermaye odaklı’ bir modeldir. Uygulamalar sonucunda, azınlık bir grubun ülke gelirinin büyük bir kısmına sahip olduğu, çoğunluğun ise yoksullaştığı, mülksüzleştiği, işsizleştiği, gözlemlenmektedir. Bu anlamda ülkede büyük bir gelir adaletsizliği ve bölüşüm sorununun ortaya çıktığı dikkat çekmektedir. Söz konusu süreçte, ‘yoksulluk’, ‘mülksüzleşme’ gibi olgular yanı sıra, ‘soylulaştırma’, ‘yerinden etme’, ‘mekansal ve sınıfsal ayrışma’, ‘sosyal dışlanma’ gibi önemli sosyal sorunlar yaygın olarak yaşanmakta, ‘betonlaşma’, ‘toplumsal hafıza mekanlarının, mahalle kültürünün yok edilmesi’; ‘kent mimarisi ve estetiğinin bozulması’; daha genel olarak da maddi, manevi, tarihi, kültürel topyekun ülke değerlerinin tehdit altında olması söz konusudur. Bu anlamda ‘toplumsal maliyeti’ bu kadar yüksek bir modelin uzun vadede sürdürülebilir bir kalkınma veya büyüme modeli olarak savunulması mümkün değildir.
‘Kent hakkı’ konusundaki görüşleriniz nelerdir, Kent Hakkını, ayrıca bireyin kendini, potansiyellerini gerçekleştirebilmesi çerçevesinde değerlendirebilir misiniz?
“KENT HAKKI KENTİ DEĞİŞTİREREK KENDİMİZİ DEĞİŞTİRME HAKKIDIR” (David Harvey)
Aslında yaşadığımız kentler bizlerin nasıl bir insan olacağımızı, içimizdeki potansiyellerin ne kadarını gerçekleştirebileceğimizi, yeni görüşlere, düşüncelere, yaşam tarzlarına, kültürel, sanatsal, bilimsel olanaklara ne ölçüde erişebileceğimizi, bu konularda kendimizi ne derece geliştirebileceğimizi, yani sınırlarımızı belirlemektir. Bu anlamda David Harvey’nin belirttiği gibi ‘kentini inşa etme hakkı kendini inşa etme hakkıdır’. Nasıl kentler üretiyorsak kendimizi o şekilde yeniden üreteceğimiz, o kentin kaynakları ve olanakları ölçüsünde kendimizi geliştirebileceğimiz bir gerçektir. Yaşadığımız kentin doğasının, çevresinin, suyunun, havasının sağlıklılığı oranında sağlıklı kalabileceğimiz, nitelikli, kaliteli bir hayat yaşayabileceğimiz, estetik duygumuzu, sanatsal zevklerimizi, entelektüel kapasitemizi yine o kentin olanaklarının izin verdiği ölçüde geliştirebileceğimiz hiç unutulmamalıdır. Harvey kent hakkını şöyle açıklamaktadır: “Kent hakkı kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzere ortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır (Harvey, 2008).” Oysa ki kendisi eşitsiz ilişkilerle beslenen ve varlığını ancak bu eşitsiz ilişkiler sayesinde sürdürebilen kapitalist sistemde ‘kent hakkı’ nın gerçek anlamda hayata geçirilebilmesi olanaklı değildir. Yani herkese eşit mesafede duran, bireylerin bütün kent kararlarında söz hakkının olduğu, bütün kent kaynak ve imkanlarının kent halkına eşit ve adil dağıtıldığı bir ‘kent yönetiminin’ kapitalizmin eşitsiz doğasında gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Günümüzde ‘kent hakkı’ ile birlikte eskiden geçerli olan ‘kamu yararı’ olgusunun içeriğinde de bazı değişiklikler, zaaflar ortaya çıkmış, bütün diğer sorunlarla birlikte süreç bu konuda da sorgulanır hale gelmiştir. Sonuç olarak günümüzde artık, sadece fiziksel olarak kendimizi ürettiğimiz kent alanlarına dair kullanım ve katılım hakkı olarak bahsettiğimiz ‘kent hakkı’ sorunu veya sosyal haklar, temel haklar değil, daha geniş kapsamda, soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya, ortak kullandığımız ormanlara, denizlere, derelere, yediğimiz gıdalara kadar bütün olarak yaşadığımız çevreye yönelik saldırılara karşı bireyin savunulması gereken daha kapsayıcı bir hakkından ‘yaşam hakkı’ndan söz etmek gerekmektedir. Çünkü bugün artık kapitalizm her yönden yaşamımızı, yaşam alanlarımızı tehdit eder durumdadır.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
‘KENT HAREKETLERİ’ GENEL BİR BİRLEŞİK KENT HAREKETİ OLARAK DOĞMUŞ DAHA SONRA AYRIŞARAK BİRLEŞİK MAHALLE HAREKETİNE DÖNÜŞMÜŞTÜR…
Aslında bu bağlamda, ‘İstanbul’da birleşik kent mücadelesi’ nin gelişim sürecinden de biraz bahsetmek gerekmektedir. ‘Kent Hareketleri’ de zaten bu süreçte doğmuştur. Bilindiği gibi 2010 Avrupa Sosyal Forumu İstanbul’da gerçekleşmiştir. Hatta bu foruma hazırlık olarak mevcut iktidar da ‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’ gibi söylemlerle çeşitli vizyon ve tanıtım çalışmaları yapmıştır. 2010 Avrupa Sosyal Forumu vesilesiyle dünyanın her yerinden, özellikle Avrupa’dan çeşitli sivil toplum hareketleri, sendikalar, birçok aktivist grup ve oluşumlar İstanbul’a gelmiştir. Bunlar İstanbul’da buluşarak, neo-liberal politikaların dünyada özellikle de kentlerde ve doğada yarattığı tahribat ve sorunlar üzerine ortak bir forum gerçekleştirmiş, sonunda da ortak bir metin, ‘manifesto’ ortaya çıkarmışlardır. Bu ortak metin forumun son günü organize edilen büyük yürüyüşten sonra Taksim meydanında gerçekleştirilen mitingde okunmuştur. Biz İstanbul grubu, Avrupa Sosyal Forumuna ‘Kent Hareketleri’ olarak ortak bir pankart altında katıldık.
Bu forumda ele alınan sorunlar arasında, az önce de değindiğim gibi neo-liberal kır/kent politikalarının insanda, doğada, çevrede, kentlerde yarattığı tahribat ve özellikle de ‘kentsel dönüşüm’ süreçlerinde ortaya çıkan problemler en başta yer almaktaydı. Bu arada o dönem İstanbul’da kent mücadelesi içinde kent alanları ve kentin hafıza mekanlarına yönelik saldırı ve tehditlere karşı mücadele eden genel gruplar dışında bir de ‘mahalle mücadelesi’ veren, mahallelerinin/evlerinin yıkımlarına karşı örgütlenmiş bazı yerel hareketler, mahalle örgütlenmeleri de bulunmaktaydı. Ben de o süreçte, bu yerel örgütlenmelerden birinin içinde, 8 bin yıllık tarihi bir bölge olan Fener-Balat-Ayvansaray mahallelerinin yıkımına karşı sürdürülen mahalle mücadelesin içindeydim ve burayı temsil ediyordum. O dönem kurucularından olduğum FEBAYDER (Fenar Balat Ayvansaray Kiracılarının ve Mülk Sahiplerinin Haklarını Koruma ve Yardımlaşma Derneği)’in Genel Sekreteri ve halk sözcüsüydüm. Çok etkin bir mücadele gerçekleştiriyorduk ve yerel bir hareket olmamıza rağmen İstanbul’daki bir çok çevreye, kent mücadelesi içindeki diğer gruplara kısa zamanda adımızı duyurmuştuk. Bunda web sayfamızdan bütün mücadele süreçlerimizi ve faaliyetlerimizi düzenli olarak kamuoyuna duyurmamızın etkisi de büyüktü. O dönem genel olarak Kent mücadelesinde öncü olan gruplar şunlardı: başta Mimarlar Odası ve Şehir Planlamacıları Odası olmak üzere bazı meslek odaları, İMECE (Toplumun Şehircilik Hareketi), Diren İstanbul, Emek Sinemasının yıkımına karşı oluşan ‘Emek İstanbul’ Platformu, Göçmen Dayanışma Derneği, Konut Hakkı Koordinasyonu, Dayanışmacı Atölye… Yerel yapılanmalar içinde ise İstanbul’un en gözde yerlerinde bulunmalarından dolayı rant odaklarının cazibe merkezi haline gelen Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat-Ayvansaray gibi tarihi mahalleler başta gelmekteydi; Yine bazı gecekondu dönüşüm bölgeleri, örneğin Sarıyer, Maltepe ‘Başıbüyük’ mahallesi, Ümraniye ‘1 Mayıs Mahallesi’, Gaziosmanpaşa, Sultangazi ‘Cumhuriyet’ mahallesi; Okmeydanı, Kasımpaşa, Tozkoparan gibi rantsal açıdan cazip diğer mahalleler de bu yapılanma içinde yer almaktaydı. Bu arada 2010 Avrupa Sosyal forumu tüm bu hareket ve oluşumların ilk kez birleşik olarak hareket etmelerinin, düzenli olarak bir araya gelip kent yerel ve genel sorunlarını birlikte tartışabilmelerinin ortak bir zemininin oluşmasına da katkıda bulunmuştu. Amaç şuydu, dünyanın her yerinde toplumsal hareketler ve kent oluşumları gelecek, ‘nasıl bir kent istiyoruz’u değişik açılardan ele alarak özellikle neo-liberal süreçle gelişen sorunlarla birlikte tartışacak, sonunda da ortak bir metin, bir ‘manifesto’ ortaya çıkaracaktı. Biz İstanbul ‘Kent muhalefeti’ olarak Foruma bir yıl kala bu amaçla hazırlık toplantıları yapmaya başladık. Yerel/genel birleşik Kent Hareketi olarak ortak hassasiyetlerimizi, duruşumuzu, nasıl bir kent istediğimizi, ilkelerimizi belirlemekti amacımız. Bu toplantılar sonucunda oluşturduğumuz ortak metni, yani manifestomuzu daha sonra Avrupa Sosyal Forumu’nda kamuoyuna ilan ettik. Bu toplantılar gerçekten çok şey katmıştı hepimize, bütün katılımcılara. İlkesel olarak gruplar her konuda tam uzlaşamasa da sonuç olarak birbirimizle birçok şey paylaşmış, bilgi alış verişinde bulunmuş, sonunda ‘ortak bir metin’ çıkarmayı da başarmıştık. Böylece 2010 Avrupa Sosyal Forumu’nda İstanbul’u tek bir çatı altında ‘Kent Hareketleri’ adı altında temsil etme amacımıza ulaşmıştık. Avrupa Sosyal Forumu’ndan sonra madem dedik bunca zaman (neredeyse bir yıl her hafta düzenli olarak toplanmıştık) aksatmadan birlikte hareket etmeyi başarabildik, bu ortaklığı hiç bozmayalım, birlikte hareket etmeye, mücadeleye devam edelim dedik. Böylece ‘Kent Hareketi’ adı altında İstanbul’da birleşik kent mücadelesi başlamış oldu.
Yukarıda da bahsettiğim gibi, Kent Hareketleri, ilk büyük eylemini, Kuzey Ormanları Savunması ve Halkevleri gibi sivil yapılanmalar ve yine diğer bir çok doğa ve ekoloji hareketi temsilcilerinin, sendikaların da katılımıyla, 22 Aralık 2013’de Kadıköy’de 80 bin kişilik bir kent miting ile gerçekleştirdi. Bu ilk büyük eylemimizdi ve gerçekten çok ses getirmişti. Maalesef bu başarı tüm dikkatlerin ‘Kent Hareketleri’ üzerinde toplanmasına ve birçok insiyatifin grupta hakimiyet kurma hevesine yol açtı. Daha önce bir şekilde aştığımız küçük anlaşmazlıklar, ayrışmalar büyüdükçe büyüdü. İş grup hakimiyetine gelince ve herkes kendi örgütünü, yapısını ön plana çıkarmaya çalışınca, bu anlaşmazlıklar ciddi tartışmalara dönüştü ve sonunda ‘Kent Hareketleri’ bölünmek zorunda kaldı. Genel kent mücadelesindeki grupların çoğu kendi bireysel kimliklerine geri dönmeyi ya da ‘Kent Savunması’ adı altında yeni bir oluşumda birleşmeyi uygun gördüler. Kuzey Ormanları Savunması da bir doğa/ekoloji hareketi olarak bu yeni oluşumda yer aldı. Kent Hareketleri çatısında sadece yereller, yani biz İstanbul’un çeşitli mahallelerinden dernek temsilcileri kaldık. Bölünmeden sonra bu ortak zemini kaybetmemek için biz de birleşme yoluna gittik ve böylece ‘Kent Hareketleri’ İstanbul’da ortak bir mahalle mücadelesi gerçekleştirmeyi amaçlayan bir oluşuma dönüştü. Zamanla grubumuza katılan mahalle sayısını arttırarak sayımızı 20’ye çıkardık. Bu süreçte bizim dışımızda da mahalleleri bir araya getirmeye çalışan bazı sivil insiyatifler oluşmuştu İstanbul’da. ‘Kent Hareketleri’nden ayrılan daha çok mahalleleri, özellikle de Sarıyer mahallelerini örgütleyen ‘Dayanışmacı Atölye’ bunlardan birisiydi. Okmeydanı mahallelerinin kendi aralarında kurdukları ortak dernek de bunlardan biriydi. Yine Maltepe mahallelerinin ortak hareketi buna örnek verilebilirdi. Ayrıca Fikirtepe mağdurlarının öncülük ettiği bir de ‘Mahalleliler Birliği’ hareketi oluştu sonradan. Böylece hızla gelişen Kentsel Dönüşüm sürecinin mahallelerdeki mağdurları arttıkça İstanbul’daki mahalle hareketleri de çoğalmaya, gelişmeye, çeşitlenmeye başladı.
Son olarak kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bir de bugüne kadar parçası olduğunuz yeşil/ekoloji hareketlerinden de bahseder misiniz?
Çiğdem Şahin, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Öğretim Üyesiyim. Yüksek Lisans ve Doktoramı İ.Ü. İktisat Fakültesinde tamamladım. ‘Fransız Düzenleme Kuramında Kapitalist Dünya İşbölümü, Kapitalizmin Tarihsel Dönüşümleri ve Krizler’ adlı doktora tezim ve ‘Kapitalizm ve Yoksulluk’ adıyla Çiviyazıları tarafından yayınlanmış bir kitabım bulunmaktadır. Ayrıca 2018 yılında İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ‘Neo liberal Kent Politikaları ve Fener-Balat-Ayvansaray’ adında derleme kitabında da hem editör hem de ortak yazar olarak yer aldım. Son olarak da tüm dünyada ve Türkiye’de göç hareketleri, göçmen emeği ve ‘göç yönetimi’ üzerine yayınlanmış bir derlemede yine ortak yazarlardan biri oldum. Göç konusundaki çalışmalarım halen sürmektedir. Akademik Kariyeri yanı sıra Sendika yöneticiliği, Öğretim Elemanları Sendikası, (ÖES)’in faaliyet gösterdiği yıllarda bir dönem İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyeliği yaptım. Ayrıca İstanbul’da Kentsel Dönüşüm projelerinin, yaygınlaşmaya başladığı süreçte, önce Fener-Balat-Ayvansaray yenileme alanındaki soylulaştırma ve yerinden etme projelerine karşı kurulan FEBAYDER’in kurucu üyeliği, Genel Sekreterliği ve Halk Sözcülüğü görevini üstlenmiş, yine İstanbul’daki yerel ve genel mücadeleleri mahalle dernekleri ve platformların ayrı ayrı yürüttüğü mücadeleleri birleştiren ortak bir zemin ve ortak bir kent mücadelesi oluşturmayı amaçlayan ‘Kent Hareketleri’ girişiminde de Yürütme Kurulu üyesi olarak mahallelerde aktif mücadelede bulundum. Bunlara ek olarak bir Karadeniz kadını olarak hem ‘Karadeniz kültürü’ hem de Kadın konusunda bazı çalışmalarım oldu. ‘Kapitalizm ve Kriz’, Azgelişmişlik’, Kapitalizm ve Göçmen Emeği’, ‘Türkiye’de İnşaat Odaklı Büyüme Modeli ve Kentsel Dönüşüm’, ‘Neo-Libaeral Kent Politikaları’ ve bunların yol açtığı Hak ve Hukuk ihlalleri, yaşanan mağduriyetler, 5366 Tarihi Alanları Yenileme Yasası ve 6306 Afet Yasası konusunda çeşitli yerlerde yayınlanan yazılarım bulunmaktadır. Ayrıca www.acikgazete.com internet gazetesinin köşe yazarıyım. Son yıllarda biraz aralıklı yazsam da 2005’den 2018’e kadar açık gazetedeki yazılarımı düzenli olarak yazmayı sürdürdüm. Ekoloji mücadelesi açısından da belli bir oluşum veya grupta aktif üyeliğim bulunmasa da, özellikle Karadeniz’de gerçekleştirilmek istenen ‘Yeşil Yol’ ve HES’lere karşı oluşan mücadeleleri imkanlarım ölçüsünde destekledim; Kent Hareketleri ile ortaklaşılan konularda grubumla beraber ortak dayanışmada bulundum; yaşam ve yaşam alanlarını savunmak ve kapitalist saldırılara karşı ortak bir cephe oluşturmak anlamında bu gruplarla hep yan yana, omuz omuza oldum. Kapitalizmin yarattığı tahribatlar, sorunlar, çevre, kent ve mahalle sorunlarıyla ilgili çeşitli sivil toplum oluşumlarına ve hareketlere ait yayınlarda, dergi ve gazetelerde de söyleşi ve yazılarım bulunmaktadır.
3 Comments
Yeni dünyayı bu güzel yapıcı ve sürdülebilir yaklaşımlarla yeniden inşa edeceğiz.
Bundan böyle hiyeraşik yapılanmalı yönetimler, kitlesel üretim ve tüketimleri teşvik eden endüstrileşme anlayışı, para sistemi ve mülkiyetçilik olmayacak, sınıf farkları olmayacak, eko-yıkımlar olmayacak, (yalnızca) insan hakları olmayacak, diğer tüm canlı türleriyle birlikte tüm gezegenin ve görünür evrendeki tüm gezegenlerin hakları olacak, aslında evrensel yaşam hakları olacak.
İnsan, kendisinden kopardığı evrenle yeniden bütünleşmeye doğru kararlı adımlar atacak. Atacak ki, toplumsal aydınlanmalar yaşabilsin.
Yazıyı tek seferde okuyamadım. Bıraktığım yerden devam edemeyip, tekrar açtığımda ise her seferinde de tekrar baştan gözden geçirdim. O zaman, aslında bir ders gibi nasıl belli bir akışla anlattığını gördüm.
Okuyanlar için çok aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.Söyleşiyi yapan da iyi bir giriş katmış.
Kimi yerler beni düşündürdü. Birkaçını paylaşmak isterim:
Siyasi partilerin, çevre-doğa konusuna yeterince önem verememelerinden ötürü batıda Yeşil Hareket’in çıkışına değinmişsin. Türkiye’de bu hareket, Batı’daki gibi kurumsallaşamadı. Partileşti ama devam edemedi. Oysa hem kent hem de kırda ne kadar ağır bir tahribat yaşıyoruz. Belki zamanlaması ile mi ilgili yoksa acaba bizim siyasi (görece az) geçmişimizle mi .. Aklımda kalan bir soru bu….
Ekoloji mücadelesinin birleştiriciliğine gelince;
Gezi ve sonrasındaki mücadelelerde gördük, deneyimledik hep birlikte. En azından, iktidarın politikalarına karşı olan kesimleri birleştirebildi. Eski yapılar olarak siyasi partilerin, günümüzde çevre-doğa-hayvan hakları konularına ne kadar sempati ile yaklaşsalar ve kendi içlerinde çevre, hayvan..vb komisyonlar oluştursalar da doğrudan bu hareketleri felsefesinde ya da eylemlilikle halen etkileyememeleri ilginç değil mi? Partiler, yeni dahi kurulsalar, *geriden geliyorlar*. Ben hiçbir siyasi partinin, ekoloji ve hayvan politikalarında beni tatmin eden bir politika sunduğunu görmedim. Dahası hayvan haklarında, sunduklarını da yapmıyorlar. Sadece bu başlıkta bile sempatilerinin oy kazanmaya yönelik olup, aslında politikasızlar demek istiyorum.
Buradan şuna atlayacağım:
Gezi, yaşam alanlarını savunmada nasıl *ortak* bir direniş ise, buraya siyasi grup ve partilerin müdahalesinin, *bu ortaklığı* böldüğünü ya da buna zarar verdiğini söylersek yanlış mı olur? Gezi sonrası devam eden kent mücadelerinde, muhalif siyasi yapıların önce verilen mücadeleyi desteklemeleri (öyle pozisyon almaları), sonrasında bu yapılara her sirayet etme girişimlerinde, yapıların dağıldığı, sönümlendiği deneyimi üzerinden düşünüyorum
Burada, yazında geçen eski/geleneksel örgütlerle ki burada siyasi parti-gruplar oluyor, yeni-toplumsal örgütlerin çatışması her daim gerçekleşecek sistemsel/yapısal bir durum mudur acaba? Senin düşüncen nedir bu konuda? Aslında ne kadar kritik bir soru değil mi, devam eden yaşam alanlarının mücadeleleri düşünüldüğünde…
Söyleşinin bir yerde hayvan hakları mücadelesine de değinilmiş.
Hayvan hakları mücadelesi, en az ekolojik mücadeleler kadar eski diye düşünüyorum. Hangisi daha erken başladı onu söyleyemem.
Hayvan hakları, belki *bütüncül* bir ekoloji hareketinin içinde ya da bitişiğinde sayılabilir ancak ilginç olan, diğer çevre-kent mücadelelerinin kendi aralarında oluşan bağ-birliktelik, hayvan hareketi ile kurulamadı. En azından organik olarak kurulamadı. İster istemez “neden?” diye düşündüm. Kuzey Ormanları gibi doğrudan yaban hayatı barındıran bölgelerin savunmasında belki bu bağ doğrudan var ama kent-kır içindeki diğer hareketlerde sanki yok? Bunda hayvan hareketinin kendi içindeki farkındasızlığı mı (özeleştiri olur), yoksa kent-kır yaşam alanlarını savunmanın “insan odaklı” – “insan kullanımı” için olduğu gibi (o zaman hayvan hakları ile çelişmesi söz konusu) ilk akla gelen olasılıklara mi bakmak, yoksa daha geniş bir zeminde mi aramak gerek.. Üzerinde düşünmeye değer bence.
Günümüz dünyasıni anlamak ve geleceğe dair tahminler yapmak için şuphesiz günümuz teknolojık gelişmeleini, iletişimin değişen boyutunu ve internetle ortaya çıkan Yeni Toplumsal Hareketleri ve daha da önemlisi günümuz kuşağının duyarlı olduģu sorunları ve değerleri çok iyi anlamak, kavramak gerekir. Bu soyleşi bu anlamda hem geçmişi yeniden gözden geçirmek hem de bugünu, günümüz değişim sürecini ve yeni gelışmeleri yeniden değerlendirmek açısından, ayrıca da geleceğe dair umut ve heyecan duymak için adeta doping etkisi yapmakta… Özellikle dolu dolu içeriğiyle, kapsayıci, tamamlayıci, çözümleyici, analitik ve bütünsel yaklaşımıyla günümüz sorunlarını ve toplumsal mücadele hareketlerini çözümlemede Ismail Akyıldız’ın tanıtım yazısında da belirttiğı gibi her yaşam savunucusunun mutlaka okuması gereken bir söyleşi… Çiğdem hocamızın yüreğine, kalemine, emeğine saģlık…