Anadolu… “Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan”. Medeniyetin beşiği, medeniyetler arası köprü Anadolu. Dört bir yanında yedi iklim; dağları, ovaları, ormanları, bozkırları, ırmaklarıyla “cennet” diye övündüğümüz yurdumuz, vatanımız, memleketimiz. Nice uluslara, devletlere ev sahipliği yapmış, beslemiş insanlarını. Dünyanın en çok savaş yaşanan topraklarından biri, uğruna kanlar dökülmüş. Zaman zaman yağmalanmış, yakılmış, yıkılmış.
Ve Anadolu’nun güzide bir parçası Kaz Dağları. Mitolojide önemli bir yeri var. Meşhur Troya atı Kaz Dağları’na endemik olduğu söylenen Kazdağı göknarından yapılmış. Biyolojik çeşitliliği, tertemiz havası, renk renk ormanları, çağlayan dereleri, derin vadileriyle cennet tarifine daha da yakın.
Binlerce yıllık tarihsel süreçler sonunda biraz sömürülmüş, biraz hırpalanmış, biraz yorulmuş; günümüze kadar gelmiş. Ve son 30-40 yılda gördüğü zulmü hiçbir zaman görmemiş. Hele hele bir AKP dönemi var ki, düşman olsa bu kadar kıyamaz. Kolonyalizm dönemlerinde, Osmanlı’nın yarı müstemleke (sömürge) durumuna düşürüldüğü dönemlerde bile böyle zulüm görülmedi. Yaşadığımız tam bir vahşi kapitalizm.
“Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü”yü dillerine pelesenk edenler, insan dahil bütün canlıları (onlara göre “yaratılan” diyelim) yok etmekten geri durmuyorlar. Çünkü paraya ve iktidara tapıyorlar. Onlar için para ve iktidar getirecek her şey mubahtır. Termik santraller, nükleer santraller, barajlar, HES’ler, RES’ler JES’ler için; linyit, altın, mermer hatta bildiğimiz taş için; otoyollar ve hava limanları için; bütün doğal ekosistemleri yok etmekten; havamızı, suyumuzu, toprağımız kirletmekten; tarım alanlarını ve meraları yok etmekten; insanımızı ve gıdalarımızı zehirlemekten, tarihi-kültürel varlıklarımızı sular altına bırakmaktan hiç çekinmiyorlar. Ülkeyi parsel parsel yabancı şirketlere peşkeş çekip “yerli ve milli” olmakla övünüyorlar. Kalkınma diyorlar, refah diyorlar, zenginlik diyorlar; ülkenin bütün doğal varlıklarını feda etmekten pişmanlık duymuyorlar. Oysa o kalkınma, refah, zenginlik dedikleri şeyler sadece küçük bir azınlık için.
Yakın geçmişte yaşanmış, hâlâ yaşanan ve yakın gelecekte yaşayacağımız o kadar çok örnek var ki, tek tek sıralamayacağım. Sadece şu günlerde en popüler olan Kaz Dağları’na odaklanacağım. Çünkü Kaz Dağları’nda yaşananlar Türkiye’nin aynasıdır.
***
Nerdeyse som orman olan geniş bir alanda tüm ağaçlar tıraşlama kesilmiş, daha doğrusu organik toprak dahil derince bir toprak tabakası resmen kazınmış. Daha şimdiden etrafındaki yeşil dokunun ortasında cascavlak bir çirkinlik abidesi yaratılmış. Sonraki aşamalarını da diğer siyanürle altın madeni çıkarılan yerlere bakarak kestirebiliriz. Derin çukurlar, moloz yığınları, zehirli su birikintileri… Yani topografik bir değişim de yaşanacak… Sonra? Elbette birileri epey para kazanacak. Peki, yok edilen ekosistem geri getirebilecek mi? Mevzuata bakarsanız altın çıkarılıp iş bittikten sonra sözkonusu alan ağaçlandırılmak zorunda. Peki var mı örneği? Yok!!! Mahvedilen alanın yüzde 3’ü 5’si kadar göstermelik ağaçlandırmalar yapılıyor bazen, o kadar. Ağaçlandırma dediğimiz de genellikle yabancı türlerin kullanıldığı plantasyonvari, doğal ekosistemle alakası olmayan “ağaç dikilmiş” bahçecikler. Peki geri kalan % 95’lik alan? Cascavlak kalmaya devam edecek. Doğa geri kazanmaya çalışsa da çok zor, hatta mümkün değil. Çünkü toprak yok olmuş, bitkilerin tutunabilecekleri, kök salabilecekleri koşullar kalmamış. Dahası milyonlarca canlı yok olmuş, mikroorganizmalar, mantarlar, likenler … her şey yok olmuş. O canlıların geri gelmesi, eski ekosistem ilişkilerinin yeniden kurulması –mümkün değil demeyelim ama- belki yüzbinlerce yıl alır. Yani, giden gider! “Efendim buralar yeniden ağaçlandırılacak, maden işletmecisi şirket başka bir yerde 2 katı ağaçlandırma yapacak” falan, çocuk kandırmacası, apaçık yalan. Gerçi çocuk bile inanmaz ama inanlar da az değil.
Neymiş efendim, memleket kalkınıyormuş! Bunun adı kalkınma falan değil; talandır, katliamdır.
Afrika kıtası değerli madenler açısından dünyanın en zengin cevherlerine sahip. Siz hiç bu madenlerin işletilmesiyle zenginleşen bir Afrika ülkesi duydunuz mu?
Bu madenlerin çıkarılması ve işletilmesinden asıl voleyi vuranlar emperyalist ülkelerin şirketleri ya da çokuluslu / ulusötesi devasa sermayeli şirketler. Önce geri kalmış ülkenin mevzuatı yatırıma uygun hale getiriliyor. İzinler, teşvikler falan… Bu şirketlerin o ülkede yerli işbirlikçi şirketleri bulunuyor ve yerli/yabancı sermaye elbirliği ile ülke kaynaklarını talan ediyorlar. Süreç bu kadar basit ve açık işliyor.
Türkiye’de de durum aynı. Dünya’nın değişik ülkelerinde maden işletmeciliği yapan şirketler için Türkiye’de de mevzuat gayet uygun duruma getirilmiş vaziyette. E işbirlikçi sermaye de hazır. Son yıllarda bu tür şirketlerin tamamı özellikle inşaat ve enerji sektörlerinde AKP ile palazlanan, AKP finansörü şirketler. Elde edilen karın büyük bölümü yabancı şirketlere, bir bölümü yerli işbirlikçilerine gidiyor. Devlete ve yüce halkımıza kalan da kırıntıdan ibaret. Kirazlı Köyü-Balaban Tepe örneğinde elde edilen gelirin % 4’ünün Türkiye’ye kalacağına dair haberler dolaşıyor. Hatta bu pay da Kanadalı şirkete teşvik adı altında verilmiş durumda. Ağaç sayısı konusunda gayet atak olanlardan, bu konuya dair henüz bir resmi açıklama da duymadık.
Ağaç sayısı takıntısı
Türkiye kamuoyu sözkonusu doğa talanını “45 bin ağaç kesilecek deniyordu, 195 bin ağaç kesildi” haberiyle duydu ve ilgi gösterdi. Hani hiç de fena olmadı. Ama olayı gerçekçi değerlendirdiğimizde şöyle bir seyir çıkıyor karşımıza. Kamuoyumuz, bu tür talanlara yasal kılıflar hazırlanırken, kamuoyunu uyarmaya çalışanları -başta meslektaşım, ağabeyim Yücel Çağlar olmak üzere emek verenlere saygılarımı sunuyorum- duymadı. Şirket, Maden Arama Ruhsatı, Maden İşletme Ruhsatı çıkardı, kamuoyumuz duymadı. ÇED Raporu hazırlanıp onaylandı, yine duymadı. Yanlış anlaşılmasın, bu süreçlerde mücadele edenler olmuştur ama seslerini duyuramadılar. Ne zaman ki ağaçlar tıraşlandı, ağaç sayısı üzerinden bir duyarlılık oluştu. “Geç meç, şu veya bu şekilde duyarlılık oluşturuldu ya”, denilebilir elbet. Ancak uzun vadede bu tür argümanların gereğinden fazla öne çıkarılması, ormanlarımız için hayırlara vesile olmayacaktır.
Böylesi doğa katliamlarında –doğal olarak- gözümüze ilk çarpan, bizatihi faaliyet alanıdır. Kanadalı Alamos Gold şirketi için siyanürle altın çıkarma işlemine hazır hale getirilmiş o 220 hektar (2 bin dönümden fazla) cascavlak alan, gözümüze ilk çarpan, tepkileri neden olan alandır. Bu alanda sadece ağaçlar değil, çalılar, otsu bitikler, memeliler, sürüngenler, böcekler, mantarlar, yosunlar, likenler ve gözle görünmez mikrobiyolojik canlılarla birlikte bir orman ekosistemi yani bir yaşam döngüsü fiilen yok edilmiştir.
Rakamlar elbette önemlidir; bir veridir, kıyas yapmamızı sağlar ama her şey rakam değildir. Rakamsa eğer önce sözkonusu olan “alan” daha önemlidir. Mesela aynı alandaki ağaçların çoğu 50 cm çapından fazla olsaydı, birim alandaki ağaç sayısı çok küçük gözükecekti; 20 cm çapından az olsaydı birim alandaki ağaç sayısı çok daha fazla… Şimdi, o koca ağaçların bulunduğu alan, ağaç sayısı az diye daha kıymetsiz mi olacaktı? İlla biz ağaç sayısına bakarız diye inat ediyorsanız, bari “kesilen ağaçların karbon tutma kapasitesi nedir?” gibi daha anlamlı ölçütlere bakın. Ya bir ekosistem olarak o orman alanın toprağı tutma/erozyonu önleme işlevi, ürettiği oksijen miktarı, kaç ton suyu yeraltına süzdüğü?
Diyelim ki 195 bin ağaç değil de 40 bin ağaç kesilseydi “helal olsun Kanadalı şirkete 5 bin ağacı kesebilirdi ama kesmemişler” mi diyecektik? Ya da kaç ağaç kesilse “eyvallah”ınız olurdu? Bin? 2 bin? 20 bin? Nedir bu ağaç sayısı sevdanız?! İlk anda bile görülebilecek yüzlerce boyutu bir kenara koyup “ağaç sayısı” diye tutturmak niye?
“Kamuoyunu başka türlü etkileyemiyoruz” mu diyorsunuz? Tam da bu nokta da hakim ideolojinin tuzağına düşüyor, sizi çekmek istedikleri alanda güreşmeye kendinizi mahkûm ediyorsunuz. Bir yetkili çıkıp “kesilen ağaç sayısının 5-10-20 katı ‘ağaç dikilecek’ diyor, sayılar üzerinden tartışma açtığınız için bir şey diyemiyorsunuz. Çünkü kamuoyu bunu –yani daha çok ağaç dikileceği vaadini- daha çok beğeniyor. ‘Adamlar kesiyo ama daha fazlasını da dikiyo!’ ”
Daha şimdiden başladılar bile. Alandan 13 bin ağaç kesilmişmiş ama daha şimdiden 14 bin ağaç dikilmişmiş. Ulan bu fidanları kim, nereye dikmiş? OGM mi dikmiş, Kanadalı şirket mi dikmiş? Göstersinler bir hele! Büyük bir olasılıkla, sıradan bir ağaçlandırma çalışması yapılan yeri kesilen 13 bin ağaç yerine diktik diye göstereceklerdir.
Ağaç sayısına takmıştık ya, dilerseniz sadece bu örnek üzerinde duralım. Yetkililere göre, niceliksel olarak (ekosisteme, ekolojiye, niteliğe girmiyoruz şimdilik) demek ki altın madeni işletmeciliğinden, ağaç sayısı bağlamında kazançlı çıkmışız. Öyle mi? Ekosistem ilişkilerine falan girmeden sadece niceliksel olarak karşılaştıralım. Dikilen fidanlar 2-3, bilemedin 4-5 yaşında, 15-50 cm boyundadır. Ya kesilen ağaçlar? Diyelim ki ortalama 30 cm çapında, 15 m boyunda. Şimdi kesileni 1, dikileni de 1 diye saymak ne menem bir karşılaştırmadır? Yahu sadece hacmen (kütle miktarı açısından) kesilen 1 dikilen 1’in bin katıdır. Neyi karşılaştırıyorsunuz? Üstelik dikilenlerin hepsinin tutup tutmayacağı da malum değil. Kaldı ki birim alana gereğinden fazla fidan dikmek sadece sayıyı artırır ama boşunadır, israftır. Üstelik yeni dikilen fidanların kesilenlerin yaşına gelmesi ortalama 100 yıl ister. Yani 100 yıllık kayıp bu hesabın neresinde?
Tam da bu noktada, “ağaç sayısı” konusunda AKP yetkililerin yaptığı bir puştluğa daha değinmek lazım. Böylesi anlamsız kıyaslamalarda “ağaç” tanımı oldukça önemli. Ağaç; çok yıllık, tek gövdeli, odunsu bitkilerdir, diyelim. Peki, hangi boyuttaki bitkiler “ağaç”tır? Dünyada farklı standartlar olsa da mesela Türkiye ormancılığında kabul gören tanıma göre odunsu ve tek gövdeli bir bitkinin ağaç olarak değerlendirilebilmesi için, göğüs yüzeyi yüksekliğindeki (1,30 m) gövde çapının 8 cm’nin üzerinde olması gerekir. Oysa bizimkilerin, bilmem kaç milyar “ağaç diktik” diye sallayıp övündükleri “ağaç” sayısının neredeyse tamamı 8 cm çapından küçüktür (Zaten dikilen ağaç değil, fidandır). Gel gör ki aynı kafa, altın madeni için kazınan alanda kesilen ağaçları sayarken 8 cm altındakileri “ağaç” saymıyor. Yani, dikerken 2-3 yaşındaki bebe fidanları ağaç sayacaksın, keserken 8-10 yaşındaki genç fidanları ağaç saymayacaksın. Buna düpedüz puştluk denir.
Oysa bu tür (madencilik, enerji, ulaşım, turizm vb) yatırımların neden olacağı doğa kıyımlarında bakılması ve görülmesi gereken ilk şey ağaç, hayvan vs sayısı değildir. Dikkat ederseniz zaten “orman kıyımı” değil “doğa kıyımı” diyorum. Sadece orman ekosistemleri değil, her türlü doğal ortam değerlidir. Sucul ekosistemler (denizler, göller, akarsular, longozlar, lagünler, bataklıklar vd), bozkırlar, kumul ekosistemleri, alpin zonlar. Peki ya çöller ve buzullar önemsiz mi? Her birinin biyosferde yaşamsal önemi var.
Zaten sorun sadece faaliyet alanı ile sınırlı değil. En başta yakın çevresi ve bütünden koparılan alanın bütün alana etkileri sözkonusu. Bir kez ekosistem ve habitat (canlı türlerinin yaşam alanı) parçalanmış oluyor. Yaratılan hava kirliliği, toprak kirliliği, su kirliliği, gürültü kirliliği, peyzaj kirliliği bütün yakın çevreyi etkiliyor. Özellikle yakın çevredeki bütün canlı türleri bu kirliklerden etkilenecek, popülasyonları azalacak –veya bazılarının popülasyonu aşırı çoğalacak- belki de bazı türler yok olacaktır. Çoğu zaman yaşanılan olumsuzluklar faaliyet alanı ve yakın çevresinden öte havza bazında gerçekleşir. Yani sorun bir nokta/alan değil, koca bir havzadır. Faaliyet alanında oluşan kirlilik başta bulunduğu havza olmak üzere hava akımlarıyla, yeraltı ve yerüstü sularıyla onlarca hatta yüzlerce km öteleri etkileyebilir.
Kaz Dağları, Biga Yarımadası’nın en yüksek dağ silsilesini oluşturur. Dolayısıyla Kaz Dağları’nda yapılan faaliyetler yörede Marmara Denizi’ne, Ege Denizi’ne ve Çanakkale Boğazı’na açılan havzalardan bir kısmını doğrudan etkiler. Kirazlı Köyü-Balaban Tepe’de yapılacak siyanürle altın çıkarma faaliyeti, Çanakkale Boğazı’na açılan havza için büyük risk oluşturmaktadır. Siyanür havuzlarında meydana gelebilecek bir sızıntının doğada ve yörede yaşayan insanlarda telafisi mümkün olmayan zararlara neden olacağı aşikardır. Faaliyet alanın 14 km aşağısında Çanakkale’nin içme suyu ihtiyacının karşılandığı Atikhisar Baraj Göleti bulunmaktadır. Yörede 6 fay hattının bulunduğu dikkate alınırsa, küçük bir deprem bile büyük bir felakete neden olabilir.
Türkiye bir müstemleke midir?
Kanadalı maden şirketi Alamos Gold’un CEO’su John McCluskey’in açıklamasına göre sözkonusu alanda 3 milyon ons altın bulunmuş. Değeri 4 milyar dolar yani 22 milyar 640 milyon lira. Yaptıkları yatırım sadece 100 milyon dolar. Ve ekliyor: “Mütevazi bir yatırım yaptık. Üretime 2020 yılında başlayacağız ve 15 sene sürecek. TL’nin değer kaybetmesi maliyetleri düşürdü. Yabancı işçi çalıştırmıyoruz. Türkler taş taşımakta çok iyiler.” CEO, “Türklerin çok iyi yaptığı bir şey, hatta dünyada en iyilerden biriler; hafriyat ve taşları bir yerden bir yere taşımak. Dünyada onların tecrübesinde çok az ülke bulabilirsiniz” ifadelerini kullanıyor.
Yani diyor ki, “taş atıp da kolumuzu yoracak değiliz, bulduk bir kaz yoluyoruz; 1 koyup 100 alacağız!” Üstelik o kazla dalga geçmeyi de ihmal etmiyor: Asil Türk milleti taş taşımakta çok iyiymiş. Bizim yerli ve millicilerimizden, milliyetçi gardaşlarımızdan gık yok. Arada bir çıkardıkları gıklar da olayı örtbas etmek için. Ama Kanada Komünist Partisi açıklama yapıyor, Kanadalı emperyalistlerin Kaz Dağları yağmasına karşı çıkıyor. Bak şu Kanada’nın nankörlerine; komünistler her yerde vatan haini canım!
Sadece madencilik değil, büyük sermaye gerektiren bütün yatırımların arkasında yabancı sermayeli şirketler bulunuyor. Yol yapıyorlar, köprü yapıyorlar ama bilmem kaç yıl gelir garantisiyle. Namusuzların bu işleri hayrına yaptıklarını maalesef göremiyoruz. Sonra otoyol, köprü falan paralı oluyor, geçsek de geçmesek de parasını hep birlikte ödüyoruz. Allah aşkına, bütün bu olup bitenler açıkça sömürüldüğümüz anlamına gelmiyor mu? Bizi sömürüyorlar demek için daha ne gibi uygulamalar lazım?
AKP’nin Osmanlı sevdası boşuna değil. Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde o hayran kaldıkları padişahlar, başta madenler ve ormanlar olmak üzere yönettikleri ülkenin doğal varlıklarını yabancılara peşkeş çekmeyi, yabancı şirketlere imtiyazlar tanımayı maharet diye gösteriyorlardı. Ya da bütün bunlar çürümekte ve yıkılmakta olan imparatorluğun açık göstergeleriydi. Şu anda da durum aynı.
Bir karış vatan toprağı için canını feda edecekler, “taşına toprağına ölürüm Türkiyem” diye türkü yakanlar nerede? Afrin vatan toprağıymış da Kaz Dağları vatan toprağı değil mi? İlla top tüfekle mi işgal edilmesi lazım? Yeni Dünya Düzeni dedikleri, emperyalizmin yeni yüzü işte böyle bir şey. Kapitalizmle bağını koparmış bir emperyalizm söylemi ise boş bir lakırtıdır.
Peki, bu işin içinde yabancı sermaye olmasa idi, tamamen yerli ve milli şirketlerimiz yapıyor diye sesimiz çıkmayacak mıydı? Yahu bu işin özü, doğal varlıklarımızın sermayeye peşkeş çekilmesidir. Sermayenin yerli ve milli değil yabancı olması, sadece bir sostur.
Mevzuat ya da minareye kılıf
Yerli ve yabancı şirketlerin zenginliğine zenginlik katan bu yağma yasadışı ya da hukuk dışı mı? Hayır efendim, minareyi çalan kılıfını kendince uyduruyor. Bu arada yanlış anlaşılmasın, uymuyor ama uydurmaya çalışıyor; uymuş gibi de faaliyetler yürütülüyor. Daha da doğrusu, mevzuatı içinden çıkılmaz hale getirilip, siyasal güç ve baskıya dayalı fiili bir durum yaratılıyor. Falanca Kanun’un falanca maddesinde doğa korumacı bir hüküm dururken, alakasız bir torba yasayla korumacı hükümleri iğdiş ediveriyorlar. Yeni düzenlenen yasa Anayasa’ya aykırıymış, yönetmelik yasaya aykırıymış ne gam! Hukukun gukuk olduğu memlekette kime derdinizi anlatacaksınız? Evet, alenen Anayasa’ya aykırı değişikliklerle yağmanın önünü açıyorlar, yağmanın nitelik ve nicelik sınırlarını genişletiyorlar ve bir de utanmadan-sıkılmadan “her şey kanuna uygun” diyebiliyorlar. Mesela 6831 sayılı Orman Kanunu AKP hükümetleri döneminde 15 kez değiştirildi. Değişikliklerin çoğu da aynı kanunun 16, 17 ve 18. Maddeleri. Yani, ormanların ormancılık dışı amaçlarla kullanımına ilişkin izin ve irtifak işlerini düzenleyen maddeler.
Alanın cascavlak hale getirilmesinin nedeni de, mevzuata göre, üst toprağın (organik toprak) bir yere yığılması zorunluluğudur. Güya 10-15 yıl sonra maden işletmesi kapandığında, delik deşik edilen alan ağaçlandırılacağı zaman bu toprak alana serilecektir. Anlayacağınız minareyi çalanın kılıflarından biri de bu. Yahu, tepeleme yığılıp 10-15 yıl bekletilen toprağın organikliği mi kalır! Kaldı ki o alanın yüzlerce yıl cascavlak ve delik deşik ortada kalacağı, lakin siyanür çukurlarının muhteşem güzellikte (!) gölcükler oluşturacağını eski uygulamalara bakıp rahatça iddia edebiliriz. Mesela Muğla’da termik santraller için yok edilen binlerce hektarlık açık linyit işletme alanlarına gidip bir bakınız. Ne de güzel ağaçlandırılmış (!), şaşar kalırsınız. Ya da Muğla’ya falan gitmenize gerek yok. Türkiye’nin her tarafında rastlanabilecek eski taş ya da mermer ocaklarını tavsiye edeyim. İşi bitmiş ve terk edilmiş bu ocakların nasıl da güzel ağaçlandırılmış olduğunu her yerde görebilirsiniz. Çocuk mu kandırıyorsunuz?
Mevzuat denilince, olayın bir de ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) boyutuna değinmek lazım. ÇED denen şey de Avrupa Birliği müktesebatı ayaklarına uymak zorunda kaldıkları bir mevzuat. Talep AB’den gelince; “ne demek efendim, çevre de önemli bi şey, uyarız ama kendimize uydururuz” anlayışı ile bir yönetmelik bile hazırlandı. Tabii, daha önce yasaları her türlü yatırımın her yere yapılabileceği bir kıvama getirdiler. Hatta bu da yetmez, yatırımları teşvik etmek lazım. İmtiyazlar, muafiyetler, vergi indirimleri, devlet garantisi, gelir garantisi vs falan filan da sağlamak lazım. Altyapı sağlam tutulunca ÇED raporları da sadece “yatırımların doğaya/çevreye zarar vermediğini” gösteren uyduruk manzumelere dönüştü.
Kısa zamanda ÇED hazırlamada uzmanlaşmış ve kaşarlanmış şirketler kuruldu. Genellikle kes-kopyala-yapıştırla ÇED raporlarını hazırlamakta ustalaştılar. Bazen isim karışıklıkları da oluyor ya, olur o kadar. Başka türlü 3 ayda koca ÇED raporu nasıl hazırlanır kardeşim! ÇED ile ilgili daha fazla ayrıntıya girmeyelim ama sürecin şöyle işlediğini bilelim: Yatırımı yapacak şirket, parasını vererek falanca ÇED şirketiyle anlaşıyor. Yahu bundan sonrasını tartışmaya gerek var mı? Adamı kendi parasıyla rezil edecek değilsiniz ya, illa ki o yatırımın çevreye önemli bir zararı olmadığını raporla göstereceksiniz. Nasıl olsa prof mrof ünvanlı kadrolu ÇED raportörü paragöz “hocalar” da imzalarını basarlar. Sonra, hazırlanan ÇED raporunun kabul edilmesi süreci geliyor. Kamu kurumları temsilcilerinden oluşan kurullar “hımmm bu yatırımın çevreye pek zararı yokmuş” demekte zorlanmaları zor. Şöyle böyle bir koltuğa yerleşmişler, koltuklarından mı olsunlar. Eğer yatırım sahibi yandaşlardan değil ise elbette yürekleri kabarıp “hayır, bu olmamış” diyebileceklerdir. Ama emir(!) büyük yerden gelmiş ise?!
Hep diyorum ya, mevzuatı o denli karışık hale getirdiler ki, o eciş bücüş edilmiş mevzuata göre bugün teorik olarak Türkiye’nin her yerinde maden arayabilir ve maden işletmeciliği yapabilirsiniz. Sıradan ve çulsuz vatandaş olarak üstünüze alınmayın, tabii ki yerli ve yabancı sermayeyi kastediyorum. Doğa koruma alanıymış, milli parkmış, doğal ya da tarihi SİT’miş, özel çevre koruma alanıymış… neredeyse hiç bir koruma statüsünün madencilik karşısında hükmü kalmadı. Mesela ilk aşamada maden arama ruhsatı alınır. Türkiye’nin her yanı, karış karış ruhsatlandırılmış durumda. Ruhsat sınırları da çölde cetvelle sınır çizer gibidir. Tek farkı, gelişen teknoloji sayesinde bu sınırlar CBS (Coğrafi Bilgi Sistemleri) programlarına aktarılabiliyor. Yani 8-10 köşe koordinatıyla onbinlerce hektarlık bir alan maden arama ruhsatının sınırı oluveriyor. Diyelim ki herhangi bir yerde değerli maden cevheri bulgusuna rastladınız. O kadar da kanunsuz bir ülke değiliz, maden işletme ruhsatı almanız gerekecek. E madencilik faaliyeti yapılamayacak yer olmadığına göre, ilgili kamu kurumları bu ruhsatı da yerli ve yabancı sermayeli şirketlere kolayca çıkarıverir. Hele bi de arkanız güçlü ise, kim tutar sizi!
Ormanlarımız sahipsiz mi?
Çok da geriye gitmeden belirtelim, 1937 yılından beri Türkiye’de devlet orman işletmeciliği yapılıyor. Ama bu topraklarda, tarihi 19. Yüzyıl yarılarına kadar uzanan bir kurum var. Adı ve bağlı olduğu bakanlık zaman zaman değişse de bu köklü kurumun şimdiki adı Orman Genel Müdürlüğüdür (OGM). 82 Anayasası’nın 169. Maddesine göre: “Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.
Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasî propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.” (Buraya kadar iyi de, bir sonraki fıkra boktan)
İşte “devletçe yönetilir ve işletilir” hükmünün muhatabı, özel bir kanunu (3234 sayılı Kanun) olan OGM’dir. Peki OGM “ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi” için gerekli tedbirleri alıyor mu? Güldünüz değil mi?
Öyle ya, orman ekosistemlerinde bir faaliyette bulunacaksanız, önce OGM’den izin almanız gerekir. Demek ki, bugüne değin şahit olduğumuz bütün orman kıyımlarına bu kamu kurumunca izin verilmiş, veriliyor. Hani haşa Sayın Reisicumhur dururken izin vermek bu kıytırık kurumun ne haddine! “Kıytırık” diyorum ki gerçekten de özellikle AKP döneminde kıytırık hale getirildi. Hani “vur kafasına al ekmeğini” derler ya, öyle bir kurum. Nüfuzlu yerlerden bir talep gelsin, vermeyecekleri orman alanı yoktur. Maşallah, abuk subuk talepler karşısında bile OGM yöneticilerinin gıkı bile çıkmaz. “Gık” denince itiraz ediyormuş gibi anlaşılır, sakın ha! Falanca filanca nedenle ormanlar yok mu edilecek? “Ormanlarımıza hiçbir zarar gelmeyecektir, ülkemizin ali menfaatleri açısından faydası vardır” diye onay (!) vermek de yetmez, iç ve dış mihrakların saldırılarına karşı da sözcülük yapmak bir “görev” haline gelmiştir. Kaz Dağları’nda 195 bin ağaç kesildi diye feryat edenlere gerçek (!) cevabı yapıştırıverdiler. “195 bin değil 13 bin ağaç kesildi” diye. Kanadalı şirketin sözcüsü mübarek! Hemi de kamuoyu altın madeninin çıkarılacağı mevkii Kaz Dağları diye yanıltılıyormuş; kaz dağı 40 km uzaktaymış. Ulan, Kaz Dağları değil de başka bir yer olunca değeri kalmıyor mu? Madem Kaz Dağları bu kadar değerli idi, şimdiye kadar onlarca şirkete niye izin verildi?
Diyeceksiniz ki “bu zavallılar da devlet memuru, eli mahkum”. E bir açıdan doğru da… Böylesi yağmalara karşı durup, diklenmeye çalışanları bir saat bile o makamlarda oturtmazlar. İlkesiz, omurgasız, bilgisiz, liyakatsız, ahlaksız olanlar o koltuklara kurulabilir ve kıçlarını o koltukların sıcaklığına alıştırabilir. Kim bilir, biatlarında kusur görülmezse, ileride o kıymetli kıçlarını daha büyük koltuklarda da ısıtabilirler.
Sanırım 2006 yılında bütün kamu kurum ve kuruluşlarına Başbakanlıktan resmi bir yazı gelmişti (Reis o zamanlar Başbakan idi). Başbakanlığa bağlı bir daire başkanlığından (adını unuttum) görüş ve onay alınmadan hiçbir kamu arazisi satılmayacak, kiraya verilmeyecek, izin ve irtifa hakkına konu olmayacak, diye. Oysa değişik bakanlık ve genel müdürlüklerde bu işlere bakan birimler mevcuttu. Açıkça gayrı yasal, gayrı hukuki bir emir. Meali ise şöyle; kupon araziler ona buna peşkeş çekilemez; kime peşkeş çekileceğine malum zat karar verir.
Şimdi, kamu kurumlarında çalışanlar “bütün kurumlar böyle” diye haklı bir itirazda bulunacaklardır. Yok arkadaş, ben ısrar ediyorum, hiçbir kamu kurumu bu kadar laçkalaşmamıştır. Bazen düşünüyorum da bu devleti ve kurumları kuranlar bayağ sağlam temeller üzerine kurmuşlar. 17 yıldır uğraştıkları halde hâlâ tamamen yıkamadılar.
Kısacası, Anayasa gereği ormanlarımızı korumakla yükümlü kurum, ormanlarımızı korumuyor. Son zamanlarda yaygınlaşan şu söylem çok doğru: “Eskiden devlet ormanları halktan korurdu, artık halk devletten koruyor.”
Rezillikte sınır tanımayanlar
Kamu kurumlarının durumu malum. Peki ya sivil/hükümet dışı örgütlenmeler? Pek çok demokratik/mesleki kitle örgütü, kendilerine STK diyen kuruluşlar elbette bu süreçlere karşı tavır alıyor, kendi meşreplerince mücadele ediyorlar. Hele yerel örgütlenmelerin rolü bambaşka. Ama insanlarımızın aklına şöyle bir şey de geliyor: “Yahu ormanlar göz göre göre katlediliyor, Orman Mühendisleri Odası diye bir meslek örgütü vardı, neden hiç sesleri çıkmıyor?”
Orman Mühendisleri Odası (OMO) 1956 yılında yasa ile kurulan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) kurucu odalarındandır. Diğer meslek odalarında olduğu gibi, yöneticileri oda üyeleri tarafından seçimle belirlenir. 2018 yılına kadar TMMOB OMO yönetimleri dönem dönem sol, dönem dönem sağ anlayışlarca yönetildi. 2018 yılında AKP ve dolayısıyla devlet tarafından desteklenen, her türlü baskı ve yıldırma politikasına başvuran ve kendilerine “Birliğe Çağrı” adını veren grup Oda seçimlerini kıl payı kazandı. Veee OMO tarihinde görülmemiş rezillikler başladı, hâlâ da devam ediyor. Yeni OMO Genel Merkez Yönetim Kurulu, orman yağmalarına karşı mücadeleleri “siyasi” diye tukaka ederken, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde apaçık bir yalakalıkla Sayın RTE’yi desteklediklerini beyan etti. OMO, OGM’nin sıradan bir şube müdürlüğüne dönüştürüldü. Seçildikleri günden beri bir yaralı parmağa işemişliklerine rastlanmamıştır. Hatta, bir önceki YK tarafından açılan davaları geri çektiler. Politik olarak “RTE/AKP ne yapıyorsa doğrudur” çizgisini bir milim aşmadılar. Dolayısıyla ormanlarımız yağmalanıyormuş umurlarında değil. Tam tersine, yağmayı yasallaştıran her türlü düzenlemeye -kimse kale almasa da- kendilerince destek verdiler. Kaz Dağları tepkisi büyüyünce de sesleri çıkmamıştı. Ama dün, OMO Başkanı AA’ya bir açıklama yapmış. Demek ki yukarıdan dürtmüşler “hadi siz de bir şeyler söyleyin” diye. Muhterem, OGM tarafından yapılan açıklamayı bir memur gibi aynen tekrarlamış; “her şey yasalmış, orman katliamı falan yoğumuş, Atikhisar Barajı ile ilgili kaygılar boşunaymış, kamuoyu yanıltılıyor ve boşuna meşgul ediliyormuş, Kaz Dağları 40 km uzakta imiş” mealinde AKP/Devlet ajansına malumat vermiş. Bu zatı muhterem –dikkat buyurunuz- kendisi bir orman mühendisi ve de Orman Mühendisleri Odası’nın Genel Başkanı. Açıklamayı ilk okuduğum andaki duygu, düşünce ve tepkilerimi buraya aktarmak istemiyorum, aleni hakarete girer. Bilindiği gibi düşünmek değil, düşündüğünü açıklamak suç. Ama sormam lazım: Sende zerre kadar doğa / orman sevgisi yok mu? Ormancı olmanın sorumluluğunu hiç mi hissetmiyorsun? Utanmıyor musun karaya ak demeye? Bir yerde orman katliamı olması için daha ne olması gerekiyor? 220 hektar alan kazınmış ama ormanlar zarar görmemişmiş. Yuhhhh!!!
Mamafih, hele AKP’li olmayan bir belediye 3 ağaç kessin de görün siz ağaçsever, ormansever, doğasever ne demekmiş, “ağaç katliamı” ne demekmiş! Yani bol y’li havuz medyasından hiçbir farkları yok. Bu tiplere halk dilinde çamur derler. Valla bu tiplerin çoğaldığını gördükçe orman mühendisi olmaktan utanır oldum.
2-3 yıl kadar önce 2 arkadaşım/meslektaşımla bir panelde konuşmacıydık. Bir kadın sürekli ters ters sorular sordu, dilimiz döndüğünce yanıtladık. Panelden sonra yanımıza gelerek “ben ilk kez ormanları savunan orman mühendisleri görüyorum, kusura bakmayın, sizleri de öyle sandım” dedi.
Vatan hainliği
Bir ekosistemin bozulması ya da yok olması; milyonlarca yılda oluşmuş bir dengenin bozulması ya da yok olması demektir. Hele bazı canlı türlerinin yok olmasına neden olunmuşsa, bir daha o ekosistem asla eski doğal haline dönemez demektir. Alanda yok edilen canlılar, çevreden o alanı kuşatacak yeniden eski haline gelmesi için savaşacaktır. Ancak fiziksel koşullar tamamen değiştiğinden, bu şansı bulamayacaktır. Örneğin toprak yoksa başta ağaçlar olmak üzere bitkiler nasıl kök salacak?
Peki, ne olacaktır? Açıktır ki başka bir ekosistem yeniden kurulacaktır. Doğa boşluk kabul etmez! Doğada her şey bir denge arayışındadır ancak bu denge sürekli bir dengesizlik/değişme potansiyelini de içinde taşır. Mesela –insan etkisinden bağımsız- dinozorların yok olması ekosistemin son bulması değil, başka ekosistemlerle doldurulması sonucuna neden olmuştur.
Ülkemiz görgüsüz, bilgisiz, saygısız, sevgisiz; paraya ve güce, sapına kadar kapitalizme tapan bir anlayışla yönetilmekte. Dünya ormancılık günü/haftasını “İnsan için orman, ekonomi için orman” şiarıyla kutlayan bir anlayıştan ne beklenebilir ki?! Sorunlar siyasidir, çözümü de siyasi olmak zorundadır.
Bu gezegende yaşam ilelebet sürmeyecek. Belki milyonlarca yıl sonra tüm canlılardan da öte kendisi yok olacak. Daha doğrusu yok falan olmayacak, maddenin başka bir haline dönüşecek. Ancak insanoğlu bu sonu epey bir beri çekecek gibi görünüyor. Çünkü insan doğanın kurdudur. Peki, hangi insan? Hepimiz mi? Belki de… Ama bazı Homo sapiens’ler dünyamızı yaşanılmaz hale getirmek için özellikle uğraşıyor. Bunlara vatan haini demek bile hafif kalır.
Kaynak: Salih Usta Blog