Kaz Dağları çevresinde açılacak olan altın madenine karşı oluşan tepkiler son haftalarda ciddi bir ivme kazandı. O kadar ki, hükümet bu tepkilerin yeni bir Gezi hadisesine dönüşmesinden korkar oldu. Şimdiden, devlet yetkililerinin tepkilerin ardında “dış güçler”i ve onların Türkiye aleyhtarı şeytanca hesaplarını aramaya koyulduğu, maden alanı etrafında toplanıp gösteri yapanları da şimdiden kriminalize etmeye hazırlandığı görülüyor.
Birikim Dergisi’nden Adnan Ekşigil‘in yazısına göre; tepkilerin yaygınlaşması ve güçlenmesi doğal, çünkü ortaya çıkan tahribatın ölçeği büyük. Anlaşılan o ki, madeni işletecek olan Kanada merkezli Alamos Gold adlı şirkete 3.500 hektar (diğer bir ifadeyle 35.000 dönüm) büyüklüğünde bir alan tahsis edilmiş ve görülen o ki bu alanın önemli bir bölümü üstündeki ağaç ve bitki örtüsü kazınarak hafriyata hazır hale getirilmiş.
Yeryüzündeki, özellikle de Latin Amerika, Orta Asya ve Afrika’daki devasa maden alanları göz önünde bulundurulduğunda, 3.500 hektarın emsalleri içinde hayli “mütevazı” bir ölçek olduğu düşünülebilir. Kuşkusuz, madencilik ve benzeri faaliyetlerin yarattığı yıkım, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada geçerli ve daha korkunç örneklerine de rastlamak zor değil. Ama başka diyarlarda daha beterlerinin bulunması, buradakinin hafife alınması için bir neden değildir.
Sonuçta ateş düştüğü yeri yakar. Ateşin düştüğü bu yer ise, insan havsalasını zorlamaya yetecek büyüklüktedir: gözönüne getirilecek olursa, 3.500 hektar alan, yaklaşık 6.540 futbol sahasına tekabül eder. Bu kadar geniş bir orman örtüsünün köklenip yok edilmesi karşısında, özel bir menfaati yoksa hemen hiçbir insanın tepkisiz kalması mümkün değildir. Üstelik, emsallerinin çoğundan farklı olarak, bu maden alanı insan yerleşimlerine tehlikeli biçimde yakındır. Dahası, Kaz Dağları Türkiye coğrafyası içinde özel bir yere sahiptir ve Kirazlı köyü mevkiindeki sözkonusu maden sahası, yetkililerce iddia edilenin tersine, Kaz Dağlarının pekâlâ hinterlandı içinde bulunmaktadır. Hoş, bulunmasa da ne yazar ki? Nihayetinde orman ormandır, doğa da doğa.
Etraftan ve özellikle de havadan çekilmiş fotograflara bakılırsa, direnişe geçmekte geç kalındığı, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” düşünülebilir. Nitekim, “ok yaydan çıktı” düşüncesiyle, çözümü bu saatten sonra altın işletmeciliğinin önüne geçmek yerine işletmeciliği daha ehven şartlarda “yerli” ellere bırakmakta arayanlar yok değil.
Bu seçeneği benimseyenler, “bir kere nasılsa tahribat yapılmış, bari millete yarasın” diyerek, altın madenciliğine prensipte karşı olmayan, ancak madenlerin işletmesini yabancıların elinden almak isteyenlerle aynı çizgide buluşuyorlar.
Altın madenciliğinin yerli ellerde sürdürülmesini savunanların başlıca gerekçesi ekonomik. İddialarına göre, Kaz Dağı’nda altın çıkaracak olan Kanadalı şirketin milyar dolarları bulan kârlarının çok ufak bir kısmı Türkiye’ye kalıyor. Aslında, Türkiye’nin payının ne olduğu hakkında kesin bir bilgi yok, çünkü hemen her alanda olduğu gibi madencilik sektöründe de -ve özellikle de madencilik sektöründe- ihaleler kapalı kapılar ardında “açılıyor”; çoğu ruhsat da zaten doğrudan ihalesiz veriliyor. Gene de, Kaz Dağları operasyonunda Türkiye’nin (“rödovans” diye de tabir edilen) payının %8’i geçemeyeceği tahmin ediliyor. Üstelik, türlü vergi oyunları ve ürün sayım hileleri sonucu, bütün bu hadisede Türkiye’nin net kazancının %2’lere kadar düşmesi sözkonusu.
Türkiye’nin dizginleri ele almasını isteyenlere göre, önerilerinin gerçekleşmesi halinde, bu gülünç kâr oranları çok daha yukarılara çekilebilir. Dahası, yaratılacak doğa tahribatını azaltacak ek yatırım masraflarından yabancı şirketler kaçınırken, Türkiye sağlayacağı büyük kârlardan biraz kısıp bu masrafları göğüsleyebilir. Yani Kanadalı şirket, yağma düzeyine erişmesine rağmen kârından hiçbir taviz vermezken, Türkiye daha makul bir kâr marjıyla yetinebilir. Böylece altın madenciliği, çevreye daha az zarar vererek, daha kontrollü şekilde sürdürülebilir.
Bu yerli ve milli işletmecilik taraftarlarına göre, Kaz Dağlarında bugüne dek gerçekleşen tahribatı önlemek için her halükarda geç kalınmıştır ama, Kanadalı şirketi devreden çıkarmak için geç değildir. Bazı direnişçilerin “Kanadalı şirket defol!” mealindeki sloganlarına bakılırsa, bu şirketin derhal lisansı iptal edilmeli ve ülkesine yollanmalıdır.
Ne var ki, heyhat! Görünürde Türkiye’de bir “devrim” durumu olmadığına göre, üstelik tam tersine, ülke bir “karşı-devrim” ivmesiyle kapitalizmin en vahşi biçimlerinden birine bürünmüş olduğuna göre, bu yönde bir talep çocukça bir tepkiden ileri gidemez maalesef. Zira ürküteceği yabancı sermaye zaten pek kalmamışken, daha fazlasını kaçıracak bir adım atacak konumda değildir Türkiye. O bakımdan, eğer gerçekten gönderilecekse veya gönderilebilirse, Kanadalı şirketle masaya oturmaktan başka pek bir çare yok gibidir şimdilik.
Nitekim AKP’nin eski milletvekillerinden fakat uzun zamandır da muhaliflerinden olan Emin Şirin, geçenlerde bu doğrultuda bir çözüm önerisinde bulundu: Türkiye, hiç vakit kaybetmeden, bugüne dek ruhsat ve yatırım için ne kadar harcama yaptıysa, Kanada şirketini tazmin etsin ve yeni bir milli şirket kurarak, yoluna devam etsin. Emin Şirin’e göre, Kanada şirketine tazminat yerine yeni kurulacak şirkette bir hisse de verilebilir. Ama her halükarda, Türkiye kontrolündeki bir işletmecilik, ülkeye katbekat kazanç sağlar, üstelik doğacak tahribatı asgariye indirecek tedbirleri de alabilir. Dahası, çok daha kârlı olacak böyle bir şirket değerine değer katacağı için, günü geldiğinde dünya piyasalarına çıkılarak özelleştirilebilir; bu ise Türkiye bütçesine katmerli bir ilave katkı sağlar.
Emin Şirin’e göre, Türkiye’de hemen hiçbir maden şirketi, sözleşmesinde yazsa bile, açtığı madeni işi bittikten sonra örtüp ağaçlandırmaz, çeker gider, ortadan kaybolur. Bunu yapacak tek güç, devlettir, orman idaresidir. Bütün planlama ve mevzuatın da bu gerçeğe göre ayarlanması gerekir.
Sözgelimi, açılmış ve işlenmiş bir maden sahasını yeniden ağaçlandırmak için, daha önceden, bitki ve ağaç örtüsüne hayat veren ve “kapak toprağı” denilen asgari yarım metrelik en üst toprak tabakasının dikkatlice sıyrılıp bir kenarda muhafaza edilmiş olması şarttır. Aksi halde, çıplak maden sahası sathında yapılacak bir ağaçlandırmadan tabiatıyla hayır gelmez. Yabancı olsun, yerli olsun, uzmanlık ve ekstra masraf gerektiren bu tür işlerden kaçınmayacak maden şirketi herhalde hiç yoktur. Bazen, sözleşme gereği açık sorumluluğunun olduğu durumlarda dahi, devletin de bu işleri boşladığı görülür. Fakat nihayetinde, teorik olarak olmasa da pratikte, bu işlerin üstesinden gelmeye muktedir tek güç, devlettir.
Şirin’e göre, siyanür kullanımından doğacak tehlikelerin bertaraf edilmesi de, sıkı devlet kontrolü gerektirir. Hiçbir şirket, özellikle de yabancı şirket, siyanürlü suyun depolanacağı havuzları asgari normların ötesinde bir özenle inşa etme zahmetine girmez; bu normlara bağlı kalacağı bile şüphelidir. Bu konuda inisiyatifi şirketlere bırakmak şöyle dursun, doğrudan denetimle de yetinmeyip, devletin bu havuzların inşasını bizzat üstlenmesi elzemdir.
Açıklamalarından, Emin Şirin’in altın madenciliği konusunda bilgili olduğu anlaşılıyor; çözüm önerileri de makul görünüyor. Ancak bazı varsayımları ne kadar doğrudur, tartışılır.
Bunların başında, Şirin’in Kaz Dağı’ndaki sözkonusu maden sahasının verimliliğiyle ilgili varsayımı geliyor. Verimliliği yeterli değilse, bu saha ancak “yağma” düzeyinde bir işletmeciliğe elverirken, çevresel faktörleri, yani dışsal ekonomileri hesaba katan “sorumlu” bir işletmeciliğe pekâlâ imkân vermeyebilir. Şirin, hesabını serbest piyasa ekonomisinin gereklerine göre yaptığına göre, bu verimlilik derecesinin ne olduğu önemlidir.
Şirin, konuşmasının bir yerinde Bergama altın madeninin ne kadar verimli olduğundan dem vururken, bir rakam veriyor: ton başına 25-28 gram. Yani, çıkarılan her bir ton topraktan ortalama 25 ila 28 gram arası altın üretildiğini söylüyor. Bir altın madeninin verimlilik ölçüsünü belirleyen başlıca orandır bu. Peki, Kaz Dağları Kirazlı bölgesi için verilen rakam nedir? Ton başına yaklaşık 4 gram. O halde, madencilerin deyimiyle, aslında “düşük tenörlü” bir sahadır burası. Yüzde 4 gibi bir oran, yağmacıların iştahını kabartmaya fazlasıyla yetebilir, ama tedbirli ve sorumlu bir madenciliğe yeterli bir kâr marjı bırakacağı şüphelidir.
Altın madenini yabancı şirketler yerine Türkiye’nin kendisinin işletmesi, yaratılan kazancın çok daha büyük bir bölümünün ülkede kalması bakımından elbette avantajlı bir durumdur. Türkiye’nin bu alana sermaye yatırmakta mali yeterliliği veya önceliğinin olup olmadığı tartışılabilir, fakat teknik yeterliliği ve donanımının olmadığı herhalde söylenemez.
Ne var ki, işin “milli eller”le yürütülmesinin, doğacak potansiyel tahribatı ne kadar azaltılabileceği pek belli değildir. Yerli özel şirketler bir yana, bizzat devlet veya kamunun bile, hele günümüzdeki haliyle, “tedbirli ve sorumlu madenciliğin” bir garantisi olamayacağı ortadadır. Nihayetinde, gene ağaçlar kesilecek, topraklar kazınacak, uçurum derinliğinde çukurlar açılacak, binlerce ton siyanür karışımlı su atık havuzlarını dolduracaktır. “Yerli” de olsa “milli” de olsa, tereyağından kıl çekercesine topraktan altın çıkarmanın tılsımlı bir yolu yoktur.
Yoksa var mıdır? Örneğin siyanürsüz altın madenciliği mümkün müdür? Maden mühendisi Ülkün Tansel’e göre, pekâlâ mümkündür. Geçenlerde yazdığı bir makalede, şöyle diyor (Cumhuriyet, 24 Ağustos): “Siyanür kullanan değerli metal madenciliğine karşı, gerçekleştirilebilir seçenekler bulunmaktadır; fakat maden sanayii tarafından benimsenmemektedir, çünkü siyanür olası tehlikeleri çevre ve halkın üzerine yıkabildikleri sürece ‘en ucuz’ seçenektir. Doğadan istediklerini aldıktan sonra, toprağı sonsuza dek ceraatli bir yara ile baş başa bırakıp gitmektedirler.” Tansel, bu “gerçekleştirilebilir seçenekler” hakkında bir ipucu vermiyor, fakat bildiğimiz kadarıyla, regülasyonu en güçlü gelişmiş ülkelerde dahi, “siyanürsüz seçenekler” pek rastlanan bir uygulama değil. Muhtemeldir ki Tansel’in aklındaki seçenekler, teknik bakımdan gerçekleştirilebilir olmakla birlikte, ekonomik bakımdan halen bir geçerliliği bulunmayan alternatiflerdir (hidrojenle çalışan otomobil gibi); ya da, teorik olarak mümkün olmakla birlikte, pratikte henüz uygulama imkânı bulunmayan alternatiflerdir (“radyasyonsuz” nükleer enerji üretiminde, fisyon yerine füzyon alternatifi gibi, örneğin).
Şu kadarı yeterince belli ki, jeoloji ve madencilik camiasında altının ticari ölçekte siyanürsüz çıkarılamayacağına dair yaygın bir görüş birliği vardır (akarsu yataklarından altın zerrecikleri toplamak gibi eski usul mekanik yöntemler haricinde tabii, ki bunlar da bugünün ölçüleriyle ticari ölçekte sayılmaz).
Geçenlerde kendisiyle yapılan uzun bir söyleşide, jeoloji profesörü Cenk Yaltırak da, altın üretiminin siyanürsüz olamayacağını vurguluyor. Ama diğer taraftan, siyanürün çevreye zarar verme riskinin belirli yöntemlerle azaltılabileceğini de söylüyor. Ona göre, çoğu madencilik türlerinde olduğu gibi, altın madenciliğinde de “açık” işletme “kapalı” işletme tarzına oranla daha ucuz, fakat daha riskli. Sözgelimi, açık işletme sisteminde siyanürlü sular atık havuzlarında biriktirilip bu sulardaki siyanürün güneş ışınları altında bozuşarak zararsız hale gelmesi bekleniyor. Daha güvenli kapalı devre havuzlarda ise, siyanürün yapay ultraviyole ile etkisizleştirilmesi sözkonusu. Yaltırak’a göre kapalı sistem, işletmelerin kârlılığını bir miktar azaltmakla beraber, iştahlarını kesecek düzeyde bir masraf kalemi oluşturmuyor.
Yaltırak, altın madenciliğine prensipte karşı olan biri değil. Örneğin Bergama bölgesindeki altın madenlerinden memnun olduğu ve bunların çalışma düzenlerini onayladığı görülüyor. Ama konu Kaz Dağları olunca, itirazları birbirini izliyor.
Yaltırak, Biga Yarımadası’nın bütünü üzerinde detaylı araştırmalar yapmış biri. O bakımdan Kaz Dağlarını bekleyen tehlikeleri tüm hinterlandıyla birlikte daha geniş çerçevede değerlendirebilecek bir konumda. İçinden geçen fay hatlarından akarsu güzergâhlarına dek, bütün bu bölge hakkında saydığı risklere bakılırsa, en güvenli şekliyle bile altın madenciliğinin burada zül olduğu, düpedüz bir felâketler zincirine yol açma potansiyeli taşıdığı anlaşılıyor. Nitekim kendisi de tereddütsüz, Kaz Dağları ve genel hatlarıyla Biga Yarımadası’nın altın madenciliğine kapalı kalması gerektiğini savunuyor.
Yaltırak’ın uyarıları, Kaz Dağlarında “altın madenciliği yapılsın ama emin ellerde yapılsın, kârı da Türkiye’ye kalsın” diyenlerin pek çok ciddi riski göz ardı ettiklerini veya hafife aldıklarını gösteriyor. Böylece, Emin Şirin’in dile getirdiği ve ilk bakışta “makul” gibi görünen türden önerilerin pek de “makul” olmadığı anlaşılıyor. Gerçekten makul olan, ara formüller aramak yerine, ne pahasına olursa olsun sözkonusu maden çalışmalarının durdurulması için kesin tavır koymak ve bu doğrultuda yayılmakta olan direnişe katılmaktır; nokta. Bu aşamada eğer Şirin’in anlamlı sayılabilecek “makul” bir önerisi varsa, o da herhalde Türkiye’nin Alamos Gold’a tazminat ödemeyi göze almasıdır, zira ancak böyle bir adım bu şirketi yolundan alıkoyabilir. O da tabii, ağır bir kamuoyu baskısı altında kalırsa.
İyi de, gene baştaki sorumuza geliyoruz: direniş için geç kalınmamış mıdır? İki yüz bine yakın ağaç köklendikten, onca büyük bir alan ölü bir gezegen parçasına benzetildikten sonra, iş işten geçmiş değil midir?
Bu noktada, “zararın neresinden dönülse kârdır” düsturuna göre hareket etmekten başka çare yok. Zira bugüne kadar yapılan zarar, madenin işletilmesiyle ortaya çıkacak zararın yanında devede kulak kalabilir.
Bugüne kadar yapılan tahribat, elbette azımsanacak gibi değildir: Bir kere, imha edilen orman örtüsünün yerine aynısı konamaz. Yapılacak ağaçlandırma, eski ormanın flora zenginliğinden yoksun bir monokültür uygulamasından ibaret kalacaktır. Bu da tabii uygun bir toprak tabakası bulunabilirse. Bir bakıma, orman örtüsünün tutunduğu toprak tabakası, bu örtüyü oluşturan ağaç ve bitkilerden çok daha kıymetlidir (Prof. Yaltırak, 1 m3 kirlenmemiş organik toprağı üretmenin maliyetinin bugün 10.000 doları bulduğunu söylüyor. Her şey bir yana, altın madenciliğinin bilumum getiri/götürü hesaplarını kendi başına müstehcen bir saçmalığa dönüştürmeye yetecek bir rakam!). Tabii bir de, bulunsa bile, bu yaşamsal toprak tabakasının işletme sonrası cascavlak kalmış kel zemine tutunma meselesi var. Maden alanlarını ağaçlandırma işinin bir villa bahçesine hazır rulo çim sermek kadar kolay olamayacağı açık.
Gene de, başarıyla yürütülmesi halinde, bugüne kadar gerçekleşen tahribatın telafisi hiç değilse kısmen mümkündür denebilir. Özellikle, işletmeye henüz maruz kalmamış ve devasa oyuklarla bozulmamış bir topoğrafyada bu daha da mümkündür. Ne var ki, çevre ile ilgili davaların o vazgeçilmez terimiyle ifade edersek, “telafisi mümkün olmayan” esas yıkım, elbette ki siyanür kullanımıyla gelen tehlikedir. Kaz Dağları gibi bir coğrafyada bu tehlikenin boyutu o kadar büyüktür ki, bu tehlikeyi bertaraf etmek için verilen hiçbir mücadele geç sayılmaz.
Kaldı ki, Kaz Dağlarını bekliyen tehlikenin, yalnız Kirazlı mevkiinde işletilecek madenle sınırlı olmadığı anlaşılıyor. Kirazlı’ya pek uzak olmayan Ağı Dağı mevkiinde, planlaması ve ön hazırlığı yapılan daha da geniş bir alan var (Prof. Yaltırak’a göre, Kirazlı madeninin yaklaşık 2.5 misli büyüklüğünde bir alan). Şimdi Kirazlı’ya odaklanan mücadele bugün kaybedilse bile, sebat ve kararlılığı ile bu mücadele, yakında Ağı Dağı etrafında yürütülmesi kaçınılmaz olan bir başka ve daha da kritik bir mücadelenin başarı şansını arttırabilir; en azından, Türkiye’de bir kamuoyu olduğunu ve bu kamuoyunun uyumadığını dünya âleme göstererek, gizli gizli ilave maden alanları planlayanları iki defa düşünmeye zorlayabilir.
Kuşkusuz, Kaz Dağlarının önemini vurgularken, başka bölgeleri önemsizleştirme tuzağına düşmemek gerekir. Kaz Dağları çok özeldir, kabul. Ancak böyle bir kabulün “benim bölgem en özel!” kayırmacılığına varmasının önüne geçilecekse, başka bölgelerin özelliklerini ve sorunlarını da gözden kaçırmamak gerekir. Prof. Yaltırak’ın bölge-odaklı analitik yaklaşımı çok değerlidir; uyarıları da bu nedenle fevkalade dikkate alınması gereken uyarılardır. Fakat Yaltırak bir kıyaslama çabası içinde, sözgelimi “Bergama madeninde sorun yok, gayet iyi gidiyor” gibi bir söz sarf ettiği zaman, araya belirli bir mesafe koymak herhalde yararlı olur. Nihayetinde, çevre konuları en duyarlı mühendislere ve jeologlara bile bırakılmayacak kadar önemlidir. Onların uyarı ve analizleri değerlidir, ama çevre sorunlarını gören ve bizzat yaşayan insanların duygu ve tepkileri daha da değerlidir. Aslına bakılırsa, Yaltırak da dahil pek çok mühendis ve jeoloğun da mutlaka bilincinde olduğu bir gerçektir bu.
Tamamen belirli bir bölgeye odaklanmış “nokta atışı” mücadeleler, ilk bakışta ve belki kısa vadede daha etkili olsa da, ancak daha geniş bir perspektif ve cephe içinde kalıcı olabilirler.
Nitekim, altmışa yakın çevreci sivil toplum kuruluşunun çatı örgütü olan “Jeoloji Birliği”, geçen gün kamuoyuna sunduğu yazılı açıklamada, tam da bu gerekliliği vurgulayan bir çağrıda bulunuyordu. Açıklamanın bir bölümü şöyle:
“Kazdağları ve çevresinde 10 yıldan fazla bir süredir yaşam savunusu mücadelesi verilmektedir. Hem alanlarda verilen mücadele, hem de hukuk mücadelesi altın madenciliğinde süreci oldukça yavaşlatmayı başarmıştır. TÜMAD’ın Lapseki ve İvrindi Altın Madeni Projelerinin başlanılmasının önüne geçilememiş olsa da diğer projelerin bir kısmı durdurulmuş bir kısmında da başlanılmaması sağlanmıştır… Kirazlı nöbet alanı ekoloji mücadelesi açısından tüm ülkede ve hatta uluslararası boyutta da simge haline gelmiştir. Nöbet alanındaki çadırlı direniş tüm ülkeye umut vermektedir… Kirazlı mücadelesinin kazanılması bölgede sırada bekleyen diğer altın madeni projelerinin de önünü kesecektir… Kazdağları ve çevresindeki ekoloji mücadelesinin, toplumun tüm kesimleri ile birlikte, tüm emek ve demokrasi güçleri ve kadın hareketi ile de bütünleşerek, bu konuda emek vermek isteyen herkesi kucaklayarak, belirli bir strateji çerçevesinde, ülke çapındaki tüm ekoloji örgütlerinin de desteğini alarak yürütülmesi büyük önem göstermektedir. Öte yandan, mücadelenin geleceğini büyük ölçüde belirleyecek olan şeyin yöre köylülerinin bu mücadele içerisine daha çok çekilmesi ve hatta mücadelenin öncülüğünü yapmaları olduğunu düşünüyoruz. Mücadelenin yeni düşünceler ve yeni yaratıcı yöntemlerle, emek vermek isteyen herkesi kucaklayarak sürdürülmesi temennimizdir… Kazdağları’nda yürütülen mücadelenin yangın yerine dönen ülkemizin Munzur, Ordu, Fatsa, Murat Dağı, Artvin, Hasankeyf, Aydın, Manisa gibi diğer bölgelerinde verilen mücadeleler ile birleşmesi, kucaklaşması çok önemlidir” (Cumhuriyet, 8 Eylül).
Kuşkusuz, yukarıdaki çağrı doğrultusunda cepheyi fazlaca geniş tutma fikrinin, belirli noktalarda yürütülen mücadeleleri sulandıracağını ve sonuçta zayıflatacağını düşünenler çıkacaktır. Direniş cephesinin ne kadar geniş veya dar tutulacağı, elbette ülkenin siyasal iklimine ve konjonktürüne göre değişir ve her somut durum için ayrı değerlendirmeler gerektirir. Ama şu kadarı açık ki, pratikte cephe ne büyüklükte tutulursa tutulsun, perspektifin her daim geniş tutulmasına herhalde kimsenin itirazı olmaz.