Adnan Çobanoğlu ile Söyleşi: “İki farklı kesimin önerileri ve çatışması -bir anlamıyla sınıf çatışması- bundan sonraki sürecin yöneliminin belirleyeni olacaktır.”

0

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri Çiftçi-Sen’in Genel Örgütlenme Sekreterliğini yürüten Adnan Çobanoğlu ile devam ediyor;

“Peki Gıda Egemenliği nedir? Kapitalizmin dayattığı gıda sistemine karşı durmak, gıdayı meta olmaktan çıkararak, piyasayla hesaplaşmaktır. Yerel tohumlara sahip çıkmak, tohumların patentlenmesine, GDO’lu tohumlara ve ürünlere karşı mücadele etmektir. Küresel İklim Krizi’ne gerçekçi çözüm sunmaktır. Daha az su, ilaç ve enerji kullanımı gerektiren ve dünyayı soğutacak bir üretim sistemi olan küçük aile tarımına sahip çıkmaktır. Doğanın ve tüm canlıların kimyasal ilaçlarla zehirlenmesine karşı çıkmak, kimyasal ilaç üreten şirketlere karşı mücadele etmek, ekolojik dengeyi korunmak demektir. Gıda egemenliği tüm canlıların gıdaya ve suya erişim hakkını savunmak suların ve su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı mücadele etmektir. Toprağa sahip çıkmak, tarım arazilerinin şirketler tarafından enerji ve maden yatırımları, otoyollar, konut ve fabrikalar için gasp edilmesine karşı mücadele etmektir. Gıda egemenliği; insanların geçimini yok eden, dolayısıyla onları göçe zorlayan sermayenin ve metaların serbest dolaşımını değil; halkların özgür hareketini istemektir. Üreticiler ve tüketiciler arasında rekabet ve çatışma yerine işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmektir. Tarım ve gıda politikalarının; gıdaya erişim hakkına dayanmasını, açlık ve yoksulluğun giderilmesini, temel insani ihtiyaçların karşılamasını, cinsiyetler arası eşitsizliğin kaldırılmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir.”

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 9 Temmuz 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Ekosistemler toprağıyla, suyuyla, hayvanlarıyla, bitkileriyle, mantarlarıyla, bakterileriyle, virüsleriyle, iklim koşullarıyla bir bütündür ve kendi aralarında  diyalektik bağ vardır. Gözle görülür kirlenmişliklerin ötesinde bütünün herhangi bir parçasının tahrip edilmesi, zincirin bir halkasının zedelenmesi nedeniyle bütünün parçaları birbirini olumsuz olarak etkilemektedir. Hani bir söz vardır: “dünyanın bir yerinde kelebek kanatlarını çırpsa, dünyanın bir başka yerinde fırtına olur” diye, işte ekosistemlerde böylesine diyalektik bir bağla hem kendi içinde, hem de diğer ekosistemlerle etkileşim içindedir.  Ekosistemlerdeki zincirin herhangi bir parçasının tahrip edilmesi, bozulması bütün canlılar için tehdit oluşturur. Sermaye bu bütünün herhangi bir parçasına verdiği zararın diğer parçalarını da olumsuz etkileyeceğini bilmekte ama zarar vermekten vazgeçmediği gibi yarattığı her olumsuz sonuçtan da yeni kâr edinme araçları üretmeye çalışmaktadır. Örneğin aşırı karbon salınımının yol açtığı iklim değişikliğinden yararlanarak karbon ticareti borsaları kurmuş, havayı metalaştırmıştır.

Dünya’da Yeşil/Ekoloji hareketi  özellikle madenciliğin, fosil yakıtlı enerji santrallerinin, endüstriyel atıkların vb.nin suları, havayı, doğayı vb. kirletmesinin gözle görülür sonuçlarından kaynaklı olarak, bu kirlenmişliğin alınabilecek önlemlerle düzeltilebileceğine inanan, bunun bir sistem sorunu olduğunu görmeyen, kapitalizmin sınırları içinde çözüm arayışlarına odaklanan “çevre hareketleri” olarak 20. yy’ın son çeyreğinde ortaya çıktı. 

Sermayenin  20. yy. sonlarına doğru doğayı hızla metalaştırma süreci, çevre hareketlerinde de farklılaşma oluşturmuştur. Zaman içinde görülmüştür ki, suların, havanın, doğanın kirletilmesi, iklim değişikliği kapitalizmin sınırları içinde kalınarak, alınabilecek önlemlerle yavaşlatılabilir ama durdurulamazlar. Bu nedenle mücadelesini sadece  doğayı tahrip eden madencilikle, havayı kirleten fosil yakıtlı enerji santralleriyle, suyu ve toprağı kirleten endüstriyel atıklarla vb. ne karşı mücadele ile sınırlamayan hareketler gelişmeye başlamıştır. Bu hareketler, kapitalist sistemin kârdan başka bir şey düşünmeyen mantığının havanın, doğanın kirlenmesine, iklim değişikliğine, ekosistemdeki bozulmalara  yol açtığının bilinciyle hareket ederek doğanın metalaştırılması karşısında  kapitalist sistem dışı toplumsal düzen arayışını ve mücadelesini odaklarına almışlardır. Bu anlamıyla ekoloji hareketleri antikapitalist politik toplumsal hareketlerdir. Veya  çevre hareketleri  insanları merkeze  almadan, diğer canlıların yaşama haklarını da kollayıp gözeterek hareket edebildikleri, kapitalizm karşıtı  yeni toplumsal düzen arayışı ve mücadelesi içinde oldukları ölçüde ekoloji hareketidirler…

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Tarımsal üretim iklimi ve ekosistemi olumlu veya olumsuz olarak etkilediği gibi iklim ve ekosistemdeki bozulmalardan da olumsuz olarak etkilenir.

Tarım doğada zaten var olan yabani bitki ve hayvanların ıslah edilmesiyle (kültüre alınmasıyla) başlayan ve insanlarının ihtiyaçlarının karşılanması için yine insanlar tarafından yapılan bitkisel ve hayvansal üretimin adıdır. Bu üretim sonucu ortaya çıkan ürünler başta insan ve hayvanların beslenmesinin yanı sıra giyimden barınmaya, hastalıkları tedavi etmeye kadar birçok alanda insanların yaşamını kolaylaştırmıştır. Bundan dolayıdır ki, yüzyıllardır insanlar tarımsal üretim yaparken bir yanıyla doğaya müdahale etmiş, diğer yanıyla da tarımsal üretimin devamlılığı için doğayla uyumlu hareket etmeye çalışmışlardır. Tohumlarını kendileri üretmişler, bitkideki hastalıklar ve bitki zararlılarına karşı doğadaki diğer bitkilerden ve canlılardan yararlanmışlar, ürünlerinin gelişimini sağlamak için bir nevi bitki dayanışmasından ve hayvanların dayanışmasından yararlanmışlardır.

Sağlıklı ve sürekliliği olan bir bitkisel üretimin yapılabilmesi için sağlıklı bir tohuma, toprağa, suya, havaya ihtiyaç vardır. Bu da yetmez bütün bu olguların birbiriyle uyumuna yardımcı olan uygun iklim koşulları gerekir. Dünyadaki birçok bitki türünün endemik (sadece belli bir yöreye özgü) olmasının nedeni de budur. Bu nedenledir ki bu uyumdaki bozulma (örn. toprağın canlılığını kaybetmesi, suların ve havanın kirlenmesi, susuzluk, iklim değişikliği vb.) aynı zamanda bitkisel üretim için gereken uygun koşulların ortadan kalkması ve ürün üretilemez hale gelinmesi demektir.

Bozulan ekolojik denge sadece doğanın ölümüne yol açmaz; geçimini tarımsal üretimden sağlayanların üretemez hale gelmesine, açlıkla karşılaşmalarına ve yaşadıkları alanları terk etmek zorunda kalmalarına da yol açar. Son yıllarda savaşların yol açtığı mültecilik sorununun yanı sıra, iklim krizinin yol açtığı mültecilik sorunu da Dünya’da çözülmesi gereken önemli problemlerden birisi haline gelmiştir. 

Halk dilinde “börtü-böcek” diye tabir edilen binlerce bakteri ve canlı toprakta yaşar. Bunlar tarımsal üretimin sessiz ve çalışkan işçileridir. Gıda üretimi yapılabilmesi için toprağı hazırlarlar. Deyim yerindeyse “para-pul istemezler”, sadece yaşam alanlarının yok edilmemesini ve beslenmeyi isterler. Sermayenin kâr hırsı, tarımsal üretimi ve gıdayı kontrol edebilmek arzusu, “verimlilik” adı altında tohumun özellikleriyle oynamayı, kimyasal kullanımını vb. beraberinde getirmiş, toprakta yaşayan canlıların yaşam alanlarını yok eden, toprağı, suyu, havayı kirleten, besin değeri düşük, doğayla uyumlu olmayı ortadan kaldıran hatta canlı yaşamına zararlar veren bir tarımsal üretim sistemini ortaya çıkarmıştır. Sermaye bu sistemi oturtabilmek için bazen teşvikler uygulamış, bazen hibeler vermiş, bazen de IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi örgütler aracılığıyla yaptıkları politik ve ekonomik dayatmalarla uygulamış/uygulatmıştır. Bu sistemin başlangıcını da “Yeşil Devrim” denmiştir.

Toprak aynı zamanda iyi bir karbon yutağıdır, emdiği karbonları güneş enerjisinden yararlanarak bitkilerin gelişimi için kullanır. Ona bu özelliğini toprakta yaşayan binlerce canlı kazandırmaktadır. Toprak ne kadar kirlenirse o ölçüde de karbon emme özelliğini yitirmeye başlar. “Yeşil Devrim” adıyla dayatılan ve tarımsal üretimin şirketlere bağımlı hale gelmesinin önünü açan süreçten bu yana kullanılan kimyasallarla topraktaki bakteri ve canlılar yok edilmeye başlanmış ve toprağın karbon yutağı olma özelliği de yitmeye başlamıştır. Bu nedenle yoğun kimyasal kullanımını, yoğun su kullanımını, yoğun enerji kullanımını zorunlu kılan endüstriyel tarım sistemi İklim Krizi’nin de sebeplerinden birisini oluşturmuştur. Kullanılan yoğun enerjinin ortaya çıkarttığı karbon salınımı yanı sıra, kullanılan kimyasallar havayı, suyu ve toprağı kirletmekte, havanın kirletilmesi havada sera etkisi yapmakta, suyun ve toprağın kirletilmesi de topraktaki, sudaki binlerce canlı yaşamını yok ederek toprağın canlılığını ve toprağın karbon emme özelliğini ortadan kaldırmakta, karbonu emme yerine atmosfere yansıtmasına neden olmaktadır.

Kapitalizm her zaman olduğu gibi kendi yarattığı olumsuz sonuçtan yeni kârlar elde etmenin yolunu da bulmuştur; tıpkı iklim krizinden yararlanarak karbon alım-satım borsaları kurması havayı metalaştırmaya başlaması gibi, yüzyıllardır toprağın oluşumunda ve verimliliğinde önemli işlevler üstlenen solucanların, çiftçilere kullandırdıkları kimyasallarla yok olmasını fırsata çevirmiş, solucan gübresinin yararlarından bahsederek, solucan gübresi üretim tesisleri kurmuş/kurdurmuş solucan gübresini de alınıp satılan bir meta haline getirmiştir. Uygulanan “Yeşil Devrim” politikalarına uyup kimyasallarla toprağının canlılığını öldüren birçok üretici şimdide toprağını iyileştirmek için bu gübreleri satın alarak şirketlerin para kazanmasına yardımcı olmak zorunda kalmaktadır. Halbuki yapılması gereken şey bellidir: sermayenin metalaştırdığı solucan gübresini para vererek satın alıp toprağa takviye etmek değil, endüstriyel tarım sisteminden vazgeçerek, doğayla uyumlu bir tarımsal üretim sistemi için mücadele etmek, toprakta solucanların yaşayabileceği bir gıda sistemi kurmaktır. Çiftçi-Sen’in de bileşeni olduğu küçük çiftçilerin  küresel örgütü La Via Campesina (Çiftçi Yolu) bu sisteme “Gıda Egemenliği” demiştir.

Kısacası iklim krizine de gerçekçi bir çözüm aranıyorsa kapitalizmin tarımsal üretim sistemi olan ve gıda da dahil her şeyi metalaştıran endüstriyel tarım sistemine karşı mücadele etmek, halkın gıda sistemi olan Gıda Egemenliği’ni kurmak aynı zamanda ekoloji mücadelesinin önemli bir hedefi olmak zorundadır. Ekoloji mücadelesi bundan bağımsız düşünülemez. Bu yönüyle baktığımızda koronovirüs salgını ve yaşanan, yaşanabilecek olan gıda krizleri ekoloji hareketinin güçlenmesi, toplumda bilince çıkartılabilmesi için yeni olanaklar doğurmaktadır. 

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Küresel ekolojik krizin Türkiye’ye yansıması da dünyadaki diğer ülkelerden farklı değil. Doğanın dengeleriyle fazla oynanmamalı. Ekosistemlerin toprağıyla, suyuyla, hayvanlarıyla, bitkileriyle, mantarlarıyla, bakterileriyle, virüsleriyle, iklim koşullarıyla bir bütün olduğu ve kendi aralarında  diyalektik bağlarının olduğu kabul edilerek, sadece insanlar için politikalar değil tüm canlıları düşünen politikalar üretilmelidir. Gıda meta olmaktan çıkartılarak sağlıklı gıdaya erişim bir hak olarak kabul edilmeli ve devletler halklarının sağlıklı gıdaya erişimi için gerekli tedbirleri almalıdır. Yoğun makine ve enerji kullanımı gerektiren endüstriyel tarım sisteminden vazgeçilmelidir. Virüsün en çok etkilediği insanların bağışıklık sistemi zayıf olan insanlar olduğunu bütün Tıp camiası söylemektedir. Besin değeri düşük, hatta zehirli kimyasallarla kirletilmiş gıdalar ile beslenme bağışıklık sistemini de olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle de mevcut gıda sistemi en önemli ekolojik problemlerin başında gelmektedir.

Yeni sermaye birikimleri sağlamak için yapılan ve telafisi mümkün olmayan ekolojik yıkımlara neden olan her türlü (RES, GES, JES, Termik Santral, Nükleer santral vb.) enerji yatırımlarından vazgeçilmeli. Enerji tüketimini azaltacak politikalar öne çıkmalı, tarım arazilerinin ve ormanların amaç dışı kullanımının önüne geçilmelidir. Çünkü her ikisi de aynı zamanda önemli karbon yutaklarıdır, bu özellikleriyle atmosferi temizlerler iklim değişikliğini engelleyici bir işlev görürler. Büyük barajlardan vazgeçilmelidir. Büyük barajlar doğal su yollarını kesintiye uğratmakta, bu su yolları üzerinde var olan ekosistemlerin değişmesine neden olmaktadırlar. Bunun yanı sıra kuruldukları alanda ciddi bir su buharı yoğunlaşması oluşturarak ortam nemini arttırıp olağan hava sıcaklıklarını da olumsuz etkilemektedirler.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Aslında koronovirüs öncesi de iklim krizi,  iklim krizinin ortaya çıkarttığı iklim mültecileri, gıda krizi vb. sorunlar gündemdeydi. Bu sorunları yol açanların çözüm önerileriyle bu sorunlardan olumsuz etkilenenlerin çözüm önerileri farklılaşıyordu. Sorunu yaratanlar çözümden de para kazanmanın, kâr elde etmenin yollarını arıyor, karbon ticareti borsaları kuruyor, “insanları besleme” adı altında tohumların genleriyle oynuyor, patentliyor, “akıllı tarım uygulamaları” veya “iklim değişikliğine uyum” adı altında tarımsal sistemi kontrol altına almaya, insanları gıda da kendilerine tamamen bağımlı hale getirmeye çalışıyorlardı. Bu sorunlardan olumsuz etkilenenler ise GDO’ya, tohumun patentlenmesine, enerji politikalarına vb. karşı çıkıyor, toprağı, havayı, suyu temiz tutacak politika ve uygulamalar için mücadele ediyorlardı. Yaşanan koronovirüs salgını bu farklılaşmayı daha da gün yüzüne çıkarttı. Bu iki farklı kesimin önerileri ve çatışması (bir anlamıyla sınıf çatışması) bundan sonraki sürecin yöneliminin belirleyeni olacaktır.

Küçük çiftçilerin bu konudaki önerisi bellidir: Gıda Egemenliği.

 Peki Gıda Egemenliği nedir?; kapitalizmin dayattığı gıda sistemine karşı durmak, gıdayı meta olmaktan çıkararak, piyasayla hesaplaşmaktır. Yerel tohumlara sahip çıkmak, tohumların patentlenmesine, GDO’lu tohumlara ve ürünlere karşı mücadele etmektir. Küresel İklim Krizi’ne gerçekçi çözüm sunmaktır. Daha az su, ilaç ve enerji kullanımı gerektiren ve dünyayı soğutacak bir üretim sistemi olan küçük aile tarımına sahip çıkmaktır. Doğanın ve tüm canlıların kimyasal ilaçlarla zehirlenmesine karşı çıkmak, kimyasal ilaç üreten şirketlere karşı mücadele etmek, ekolojik dengeyi korunmak demektir. Gıda egemenliği tüm canlıların gıdaya ve suya erişim hakkını savunmak suların ve su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı mücadele etmektir. Toprağa sahip çıkmak, tarım arazilerinin şirketler tarafından enerji ve maden yatırımları, otoyollar, konut ve fabrikalar için gasp edilmesine karşı mücadele etmektir. Gıda egemenliği; insanların geçimini yok eden, dolayısıyla onları göçe zorlayan sermayenin ve metaların serbest dolaşımını değil; halkların özgür hareketini istemektir. Üreticiler ve tüketiciler arasında rekabet ve çatışma yerine işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmektir. Tarım ve gıda politikalarının; gıdaya erişim hakkına dayanmasını, açlık ve yoksulluğun giderilmesini, temel insani ihtiyaçların karşılamasını, cinsiyetler arası eşitsizliğin kaldırılmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir.

Tüm insanların, gıda sistemlerini nasıl örgütleyeceğini kolektif olarak karar vererek, kamu yararını ilgilendiren tüm konularda ve kamu politikalarında karar alma süreçlerinde katılımcı olabilmesini sağlamak ve bunun için mücadele etmektir. Ortak varlıklarımızın yönetiminin kolektif ve demokratik olmasını, toplumsal denetim süreçlerine dayanmasını amaçlayan yeni bir toplumsal düzen istemek ve bu toplumsal düzen için mücadele etmek demektir.

Eklemek istediginiz başka bir şey var mı?

La Via Campesina ekoloji mücadelesini de içinde barındıran Gıda Egemenliği fikrini ve  mücadelesini geliştirmek/pekiştirmek için kısaca  “Köylü Hakları” diye ifade edilen “Köylüler ve Kırsal Bölgelerde Çalışan Diğer Kişilerin Hakları” deklarasyonunu hazırlamış ve yoğun mücadelesi ve çabaları sonucu BM Genel Kurulu’nda kabul ettirmiştir. Türkiye bu oylamada “çekimser” oy kullanmıştır. “Köylü Hakları” deklarasyonunda ekoloji konusunda kısaca neler vardır?:

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların doğal kaynaklara erişim, doğal kaynakları geliştirme hakkı vardır. Bu hakka bağlı olarak devletler de doğal kaynakları korumalı, bunun için önlemler almalı ve geliştirmelidir.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların doğrudan ve/veya temsilci örgütleri aracılığıyla kendi hayatlarını, topraklarını ve geçimlerini etkileyen politika, program ve projelerin oluşturulmasına, uygulanmasına ve değerlendirilmesine aktif, özgür etkili, anlamlı ve bilinçli bir şekilde katılma hakkı vardır. Devletler bu hakkın kullanılması için gerekli önlemleri almalı ve koşulları yaratmalıdır.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların gıda egemenliği hakkı vardır. Gıda egemenliği halkların sağlıklı, toplumun kültürüne uygun adil ve ekolojik bakımdan duyarlı yöntemlerle üretilmiş gıdaya ulaşma hakkını da kapsar. Bu hak, karar alma süreçlerine katılma ve kendi gıda ve tarım sistemlerini belirleme hakkını da kapsar. Devletler bu hakkın kullanılması için gerekli önlemleri almalıdır.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların yeterli yaşam standartlarını elde etmek, güvenli barış içinde ve haysiyetli biçimde yaşanacak bir yere sahip olmak ve kültürlerini geliştirmek için ihtiyaçları olan toprak, su kaynağı, deniz kıyısı, balık avlama alanları, otlak ve ormanlara erişmek, güvenli, temiz ve sağlıklı bir çevre hakkı vardır. Çevrelerinin, topraklarının, bölgelerinin veya kaynaklarının üretim kapasitesinin korunması ve muhafaza edilmesi hakkına sahiptir. Devletler; bu hakkı korumak, bu haklardan tam olarak istifade edilmesini sağlamak için gerekli önlemleri ayrımcılık yapmaksızın almalı, iklim değişikliği ile mücadelede uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmelidir.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların tohum hakkı vardır. Bu hak gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarıyla ilgili geleneksel bilginin korunması, gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarının kullanımından doğan faydaların paylaşımına adil katılım hakkını, gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarının korunması ve sürdürülebilir kullanımıyla ilgili konularda karar verme sürecine katılma hakkını, atalık tohum/üretme ve çoğaltma malzemelerini saklama, kullanma, takas etme ve satma hakkını, geleneksel bilgilerini sürdürme, kontrol etme, koruma ve geliştirme hakkını da kapsar. Devletler; Tohum hakkına saygı duymalı, onu korumalı ve gerçekleştirmeli ve ulusal mevzuatlarında bu hakkı tanımalıdır.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların bireysel veya toplu olarak, tarım, balıkçılık ve hayvancılık alanlarındaki biyolojik çeşitliliği ve bununla ilişkili bilgiyi koruma, devam ettirme ve sürdürülebilir şekilde kullanma ve geliştirme, geçimlerinin ve tarımsal biyoçeşitliliğin yenilenmesinin temelini oluşturan geleneksel tarım, kırsal hayat ve agroekolojik sistemleri sürdürme hakkı vardır. Devletler, bu hakkın kullanılması, biyoçeşitliliğin  ve genetik kaynakların tükenmesinin önlenmesi, ve sürdürülebilir kullanımının güvence altına alınması, köylülerin geleneksel bilgilerinin korunması için gerekli tedbirleri almalıdır.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların Yaşam hakları ve tüm insan haklarından tam olarak faydalanabilmek için hayati önem taşıyan güvenli ve temiz içme suyuna erişim, tarım, balıkçılık, hayvancılık ve diğer suyla ilgili geçim faaliyetlerini güvenceye almak için su hakkı vardır. Bu suya ve su kaynakları yönetim sistemlerine adil erişimi, keyfi kesintiler veya su kaynaklarında kirlenme olmadan yararlanma hakkını da içerir. Devletler; ayırımcılık yapmadan, geleneksel ve topluluk temelli su yönetim sistemleri de dahil olmak üzere, suya erişime saygı göstermeli, bu erişim hakkını korumalı ve güvence altına almalı, aşırı kullanım ve tehlikeli maddelerin, özellikle endüstriyel sıvı atık, konsantre mineral ile ağır ve hızlı zehirlenmeye sebep veren kimyasalların doğurduğu kirlenmeye karşı, doğal su kaynaklarını, havzaları, akiferler ile sulak alanlar, göller, göletler, nehirler ve dereler dahil olmak üzere yer üstü su kaynaklarını korumalı, bunların yenilenmesini sağlamalıdır.

Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların Ulusal ve yerel iklim değişikliğine uyum ve hafifletme politikalarının tasarım ve uygulamasına, pratik ve geleneksel bilgilerin kullanımını da kapsayacak biçimde katkıda bulunma hakkı vardır. Devletler köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların  toprak veya bölgelerine, onların özgür, önceden verilmiş ve bilinçli onayı olmadan tehlikeli maddelerin atılmasını veya depolanmasını önleyecek etkin önlemler almalıdır.

Görüldüğü gibi “Köylü Hakları Deklarasyonu” ekoloji mücadelesi için önemli argümanlar sunmaktadır. Türkiye’den ÇİFTÇİ-SEN’in de bileşeni olduğu La Via Campesina önümüzdeki süreçteki mücadelesini devletlerin “Köylü Hakları Deklerasyonu”nu amasız, fakatsız kabul etmeleri ve uygulamaları noktasında yürütecektir. Ekoloji hareketleri de mücadele perspektiflerini çiftçilerin mücadelesi ile bütünleştirebildikleri ölçüde bu sürecin kaybedeni sermaye sınıfı/kapitalist sistem olacaktır.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

2000 li yılların başlarında  IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla “15 günde 15 Yasa” adıyla çıkartılan yasaların önemli bir kısmı tarımsal üretime ilişkindi. Tarımsal üretime ilişkin çıkartılan bu yasalardan en fazla olumsuz etkilenenler de küçük çiftçilerdi. Taban fiyat uygulamaları ve  destekleme alımlarımdan vazgeçilmiş, Tarımsal KİT’ler özelleştirilme sürecine girmiş, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri işlevsizleştirilmeye ve işletmeleri tasfiye edilmeye başlanmış, üreticiler şirketlerin insafına bırakılmaya, gıda ve tarımsal üretim  hızla şirketlerin kontrolüne  bırakılmaya başlamıştı. Bu nedenle 2002 yılından itibaren farklı bölgelerde farklı ürünlerde üretici kurultayları yapılarak tarımın sorunlarını tartıştık. Bu kurultaylardan delegasyonlar seçildi. Bende Üzüm Üreticileri Kurultayı’nda delege seçildim. Diğer Üretici Kurultayları’nda seçilen delegelerle  Ankara’da Türkiye Üretici Kurultayı’nda bir araya  bir araya geldik, sorunlarımızı ve neoliberal tarım politikalarına karşı nasıl mücadele edeceğimizi tartıştık. Ürün bazında sendikalaşma ile bunun mümkün olabileceğinin kararını aldık. 2004 yılından itibaren sendikalar kurulmaya başlandı. İlk Üzüm Sen sonra Tütün Sen kuruldu daha sonra da  diğer sendikalar kuruldu. Üzüm-Sen’in Genel Başkanı oldum. Sendikalarımız IMF, Dünya Bankası Üzümden Elini Çek!, IMF, Dünya Bankası Tütünden Elini Çek!, adı altında mitingler örgütledi. Hemen hemen bütün sendikalar kendi ürünlerine ilişkin benzeri taleplerle mitingler düzenledi. 2008 yılında Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu kuruldu. Sendikalara açılmış davalarla uzun süren hukuki süreçlerle uğraşıldı. Üzüm- Sen Genel Başkanlığı yanı sıra  Çiftçi-Sen Genel Örgütlenme  Sekreterliği görevini de yürüttüm.

Sendikal örgütlenme faaliyetleri yürütürken şirketlerin dayattığı endüstriyel gıda sisteminin sadece küçük çiftçileri yok etmediğini, aynı zamanda ekolojik sistemleri de yok ettiğini gördüm. İklim koşullarındaki değişimlerin bizlerin üretimine zarar verdiğini görüyor, biliyordum, endüstriyel gıda sisteminin, “verimlilik” adına üretimde bizlere kullandırılan kimyasalların toprağı yok ettiğini, iklim değişikliğine yol açtığını öğrendim gördüm. Yaşadığımız ve gördüğümüz her şey bizleri okumaya, araştırmaya itti. Sendikal örgütlenme ve mücadele çabası içindeyken iki yıllık Tarım Yüksek Okulu’nu okudum. Daha sonra Açık Öğretim Fakültesi İktisat Bölümü’nde Uluslar arası İlişkiler okudum. 2019 yılı sonunda da Akdeniz Üniversitesi, Tarım Ekonomisi Bölümü Tezsiz Yüksek Lisans Bitirme Projemi “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Tarımda Kullanımı ve Çevreye Etkileri”  üzerine yaptım.

ÇİFTÇİ-SEN’de yönetim kurulundaki görevlerimizin yanı sıra  tarımsal üretime ve çiftçilere ilişkin farklı konular üzerinde araştırma yapmak, kendimizi ve birbirimizi bilgilendirmek, geliştirmek için işbölümü yapmaya çalışırdık. Bu işbölümünde bana düşen konulardan birisi de İklim Krizi idi. Paris’teki  COP 21 İklim Zirvesi’ne La Via Campesina ve müttefikleri alternatif etkinliklerle katıldılar. Devletlerden İklim Krizine Gerçekçi Çözüm istediler. Endüstriyel Tarım sisteminin krizinin nedeni olduğunu, endüstriyel tarımdan vazgeçilmesini, doğayla dost üretim yapan küçük aile tarımının desteklenmesinin çözüm olduğunu ifade ettiler. Zirvenin son günü Paris sokaklarında uzun bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Bu alternatif etkinliklere ve yürüyüşe de ÇİFTÇİ-SEN’e temsilen ben katıldım. Üzüm bağları JES istilası altında. Her geçen gün üzüm üretimine daha fazla zarar veriyor. JES’lerin zararları konusunda Alaşehir, Salihli, Sarıgöl bölgelerinde ilk afişlemeyi  yapan, köy köy dolaşıp bildiri dağıtan, defalarca bu konuda köyle kahvelerinde toplantılar, spontane konuşmalar yapanlar Üzüm-Sen üyeleridir. Ekoloji mücadelesi ile ilk bağım/ız üretimde yaşadığımız problemlerle başladı. Gün geçtikçe daha da güçlenmekte. Çünkü ekosistemdeki her değişiklik bizlerin yaşam alanlarını, sosyal yapımızı doğrudan etkiliyor. Üretimden vazgeçmemizi sadece tarım politikaları etkilemiyor, enerji, maden vb. yatırımlar ve bunların tarımsal üretim sisteminin kendisi de doğrudan etkiliyor, ülkemizin ürün deseni de değişiyor. Ürün bazında  sendikalaşma  bütün üreticilerin örgütlenmesi, sendikalaşması ve yukarıda saydığım sorunlar karşısında birlikte mücadele etmesine yetersiz gelmeye başlamıştı bu nedenle 2020’nin Şubat ayında sendikaların temsilcileriyle bir konferans düzenleyip sorunları tartıştık ve çözüm olarak tek sendika çatısı altında birleşme kararı aldık. Böylelikle diğer sendikaları lağvedip kısa adı Çiftçi-Sen olan Çiftçiler Sendikası’nı kurduk. Şu anda Çiftçi-Sen’in Genel Örgütlenme Sekreterliğini yürütüyorum.

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın