Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu ile devam ediyor;
“Her şeye rağmen “Yeşil/Ekoloji hareket” ne demek olduğu konusunda henüz anlayış birliği sağlanmanın biraz uzağındayız. Hiçbir yöre kendi deresi, ormanı, havası kirlenmeden harekete geçmedi. Mücadele yöntemleri ve bilgisi henüz kavramlaşabilmiş mi ona bakmak gerekir. Kavramlaşamamış her türlü bilgi, yeteri derinlikte tartışılamamış ve süreç içerisinde genel kabul görmemiş demektir. Buna önce akademyanın sonra toplumun ilgisi gerekir. Sonuç olarak akademya, “duygusal” nedenlerle ÇED raporu yapma noktasında konuya yakın, ama yanlışları dile getirme ve mücadeleye destek olma bakımından çok uzak kaldı”
Söyleşi: İsmail Akyıldız / 16 Temmuz 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Elbette bir yıllık bir mücadelenin bile birikimi olacaktır, cevap EVET ama ne kadar! Adı ve amacı ne olursa olsun insanlık tarihi kadar eski bir uygulamadır doğa koruma. Kuş, yaban hayvanları, balık ya da estetik amaçlı koruma yaklaşımları söz konusu olmuştur. Bunların çoğu ya tapınak bahçeleri ya da aristokrat sınıfın av korularını korumak şeklinde ortaya çıkmış ama bir şekilde korunmuş oralar. Sonra sırasıyla tarım için, konut için, enerji için, silah için ve daha nice nedenlerle ormanlarda müthiş kıyımlar başlamış. O kadar ki 11. Yüzyılda İngiliz maliye bakanı şimdiki sürdürülebilirliğin belki de ilk uygulamasını yürürlüğe sokarak 6 ağaç kuralını ortaya atmış. Orman kıyımı dünya çapında yaygınlaşmaya da devam etmiş çünkü hayatın her anında kullanılabilen en önemli kaynak. Ama bu arada seller, heyelanlar da artmaya başlıyor. Mesela madencilik tam bir odun ve orman düşmanı. Maden çıkarmak için ağaç, maden eritmek için ağaç, taşımak için ağaç. İşte 1700’lerin ortalarına doğru bir maden muhasebecisi olan Carlowitz, bu kullanımın sonuçlarını erkenden görmüş olmalı ki “sürdürülebilirlik” kavramını ilk kez kullanarak bir ormancılık kitabı yazmış. Ancak sanayi devriminin hoyrat uygulamaları yanında Fransız devriminin yumuşattığı sosyal iklimin de etkisiyle başta Fransa olmak üzere etkilediği tüm Avrupa büyük bir orman kıyımı yaşadı, hemen ardından da büyük heyelanlar ve selleri elbette. Tüm bu deneyimlerin oluşturduğu genel bir birikim olmakla birlikte çevresel/ekolojik bir çok problemin artık geri dönülemez noktalara varması üzerine 60’lı yılların başında yazılan bir kitap, modern çevreciliğin de başlangıcı olmuştur. Çevreci Hareketin anası sayılan Rachel Carson adlı bir deniz biyoloğunun pestisitlerin oluşturduğu büyük zararlar üzerine 1962 yılında yazdığı Sessiz Bahar adlı kitap çevre korumacılığın miladı olmuştur. Başta DDT olmak üzere özellikle bazı sentetik pestisitlerin yeniden ve yoğun olarak sorgulanması ve yasaklanması söz konusu olmuştu. Ancak dünyanın çevresel anlamında çivisi çıkmıştır artık. 1972 yılında BM, Stockholm’de Çevre Konferansı düzenlemiş, çevrenin kalkınmanın önünde engel olmadığından ve çevre hakkının varlığından ilk kez söz edilmesine rağmen etkisi beklendiği gibi olmamış, çevresel gelişmeler hiç de istendiği gibi olmamıştı. Örneğin Bayan Brundtland’ın sunduğu Ortak Geleceğimiz Raporu’nda: Çevre sorunlarının endişe verici seviyeye ulaştığı, ekonomik kalkınma planlarının çevre konularını ikinci plana attığı, ormanlara olan baskının artarak devam ettiği belirtilmekte ve karşılık olarak yine kalkınmanın bu kez sürdürülebilir olanı önerilmekteydi. Çok eski bir ormancılık terimi olan sürdürülebilirlik sözcüğü, nedense kalkınmanın önüne gelince doğrusu pek bir afili görülmüş olacak ki patladı gitti. Günümüzde her türlü yatırımın/faaliyetin de önüne konuldu mu al sana epey ekolojik bir sonuç! Diğer yandan çevre sorunları en ağır biçimde gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını sömürmek üzerine iyice odaklanmaya başlamış durumda. 1992 Rio konferansı özetle “sağlıklı hayat hakkı, çevreyi koruyarak kalkınma hakkı, yoksulluğun giderilmesi, yerel halka destek, uluslararası hukuka saygı ve çevre etki değerlendirmesi” gibi çıktıları koydu insanlığın önüne. Ve fakat tersine sanki bu konular daha da kötüleşsin mesajı vermek için bu maddelere değinilmiş gibi, çok uluslu şirketler yerli ortakları ile her ülkede tam da bu konuları yerle bir ettiler, etmeye devam ediyorlar. Bu nedenle olmalıdır ki; Zengin ülkelerle fakirler arası uçurum çok artmıştır.1970’li yılların başında dünyada en az gelişmiş ülke sayısı 22 iken 2010’lar başında 48’e çıkmış durumdadır. Hani madeni, enerjiyi, ormanı kullanınca kalkınacaktı bu ülkeler? Çevreyi koruyarak kalkınmayı hedefleyen onlarca uluslararası sözleşme işe yaramadı mı yoksa? Bunca kusursuz! anlaşmaların sonucu günümüzde, nüfusun yüzde 10’unu barındıran en zengin 16 ülke, toplam dünya ekonomisinin yüzde 60’ını kontrol eder hale gelmiş. Dünya nüfusunun yüzde 86’sını barındıran 154 ülkenin dünya ekonomisi içerisindeki payı ise yüzde 24’te kalmış. Ve ne yazık ki bu uçurum gitgide büyüyor, doğal kaynaklar yok pahasına ve kamuya hiç bir artı değer sağlamadan, yüzümüze meltemler üflenerek ellerimizin içinden alınıyor. Ancak bunlar artık öylesine hoyratça öylesine doğa ve insan yok sayılarak yapılıyor ki, insanlar adeta refleks olarak karşı çıkmaya başlıyor.
En kırsal bölgelerden kentte yaşayanlara kadar toplumun her kesimi, çevre sorunlarına ve gözü kara talana karşı çıkmaya başladı. Kimi zaman dozerin önüne yattılar, kimi zaman cop, kimi biber gazı yediler ama her zaman hukuksal direnci de arttırdılar. Herkes neredeyse yarı hukukçu oldu. Hakkını binlerce kişi ile mahkeme kapılarında arar oldu. Çevre davalarında ve yaşam mücadelelerinde başarılı olunan her adımın ardından karşı adım gelmekte gecikmiyor. Her kazanımın ardından yasalara/yönetmeliklere eklemeler yapılıyor, mahkeme heyeti değiştiriliyor, ÇED süreci 1993 yılından günümüze her seferinde yeni muafiyetlerle 18 kez değiştirilerek, tamamen bir yapılabilirlik manifestosu haline getiriliyor, 2009/7 genelgesi gibi olmadık düzenlemelerle Sonsuz ÇED/Kazanana Kadar ÇED hakkı veriliyor. Ormanlar çöp alanı dahil her türlü tahsise açılıyor, hatta içinde entegre tesisler yapılır hale getiriliyor. Toplumdaki korumaya yönelik ekolojik her tavır/tepki/mücadele pek çok konuda (yeşilyol, HES vb) başarılı olduğunda, mücadele edenler tarafında oluşan birikimin kullanılabileceği şartlar kamu tarafından bir şekilde hukuksuz ama kanunen değiştirilmiş oluyor. Mesela Acele Kamulaştırma uygulamaları ve 2009/7 genelgesi böyle doğdu. Özetle elde edilen her birikim yasal düzenlemelerle adeta kullanım süresi dolmadan demode kalmış olabiliyor. Bir anlamda kamu tarafında da bizim için kötü, şirketler için iyi olan bir mücadele birikimi oluşabiliyor. Eğer her deneyim kullanılabilir hale gelecek şansa kavuşursa birikim haline geliyor. Sanırım bu istenmiyor ve Avrupa Birliği ilerleme raporlarına kadar yansıyan kusurlar ortaya çıkabiliyor. Ama ne gam! İnsanlığın ve elbette Türkiye’nin geleceği için en fazla endişe duyulması gereken iklim krizi meselesi ne ekolojik mücadelenin ne de ulusal düzenlemelerin öznesi de olamadı. Yazdığımız raporlarda sıkıştı kaldı. Özellikle Avrupa’da yılların getirdiği deneyimler, yasalarda vücut bulup hayata geçirilirken, biz tam tersi yapılarak, kamu kaynaklarını yabancı sermaye emrine neredeyse karşılıksız sunuyoruz. Oysa doğa koruma, demokratikleşme ve bir egemenlik göstergesidir. Toplum, kaynaklarını korumak için itirazını yapabilmeli, bunu korkusuzca sürdürebilmelidir. Kamu adına kaynakları kullananların da halka soracakları olmalı. Henüz imzalamadığımız Aarhus (Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı) Sözleşmesi, Türkiye’de bilinçte oluşan tarihi birikimin hayata geçmesini önleyen bir aşamadadır. Yine de Bergama, Cerattepe, Fırtına Vadisi, deneyimlerinin günümüz yaşam mücadelelerine en azından ilham verdiğini kabul etmeliyiz. Diğer yandan her şeye rağmen “Yeşil/Ekoloji hareket” ne demek olduğu konusunda henüz anlayış birliği sağlanmanın biraz uzağındayız. Hiçbir yöre kendi deresi, ormanı, havası kirlenmeden harekete geçmedi. Şimdi her damdan düşenin bir araya gelmesi söz konusu olsa da bu mücadele yöntemleri ve bilgisi henüz kavramlaşabilmiş mi ona bakmak gerekir. Kavramlaşamamış her türlü bilgi, yeteri derinlikte tartışılamamış ve süreç içerisinde genel kabul görmemiş demektir. Buna önce akademyanın sonra toplumun ilgisi gerekir. Sonuç olarak akademya, “duygusal” nedenlerle ÇED raporu yapma noktasında konuya yakın, ama yanlışları dile getirme ve mücadeleye destek olma bakımından çok uzak kaldı. Bu genel bir değerlendirmedir, bunun elbette istisnaları vardır. Kabul edelim ki mahkemelerde kazanılan pek çok davada bir bölüm öğretim üyesinin ciddi katkıları olup bir miktar da bilimsel yazın oluşmuştur. Ancak artık hukukçular arasında mevcut olan “Çevre Avukatlığı” kavramının benzerini “Çevre Akademisi” başlığı olarak oluşamadığını da belirtmeliyim. Dağınık olsa da belirtmeye çalıştığım tüm eksiklikler ekolojik hareketin gelişiminin nihai olarak da çevresel adalete erişimin önündeki en büyük engeller olarak varlığını sürdürmektedir..
Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşullarin avantaj ve dezavantajları nelerdir?
Bu soruyu dünya ve Ülkemiz olarak ayırmakta fayda var.
Dünyada coronavirüs benzeri pandemilerin en az yarısının sebebi olarak doğal alanların bozulması ve azalması gösterilmektedir. Üstelik son yirmi yılda 6 salgınla pandemi sayısında ciddi artış var. Dünya karasal alanlarının %75’i bozuldu ya da dönüştürüldü. Denizel alanlarda da bu oran %65 civarında. Bu ne demek? Dünyanın içine ettik elbirliği ile. Bu nedenle dünya ülkeleri doğa koruma alanlarını %17’lerden %30’lara çıkarma derdinde. Büyük bir cirosu olan uluslararası kaçak yaban hayvanı ticaretine ciddi yasak hazırlığı var. Yaban hayvanı pazarlarını Çin bile kapatma kararı aldı ki umarız hayata geçirilir. Artık sağlıksız ekosistem sağlıksız insan toplumu demek. Diğer deyişle sağlıklı/bozulmamış, dönüştürülmemiş, parçalanmamış ekosistemler, ekosistem hizmetlerini de kusursuz yerine getirmektedir ve sağlıklı yaşamın da öncelikli şartı durumuna gelmiştir.
Ülkemizde ise durum daha pandemi sürecinde bile yukarıda sayılanların hilafına gelişme göstermeye başlamıştır. Medya sadece pandemi süreci içindeki 2 ayda 84 büyük çevre problemini gündeme getirdi. Haziran ayı içerisinde tamim, yönetmelik ve yasal değişikliklerle ormanlık alanların üzerinde her türlü faaliyete kapı açılması için tasarılar meclise kadar geldi. Bu çalışmalar o denli hızlı yapılır oldu ki, çıkan yasa ve yönetmelikler bile şaşırmıştır bu işe. Anlaşılan odur ki, parasızlığın ve geri kalmışlığın panzehiri olarak yine doğa ve doğal kaynaklar görülmekte ve hoyratça tahrip edilmektedir. Bu yanılgının sonucu yazık ki çok acı olmakta, can ve mal kayıplarıyla ortaya çıkmaktadır.
Ülkemiz için salgının ekoloji hareketi için yeni olanaklar doğurduğunu söylemek çok da olanaklı değil. Ama gelişmiş ülkelerin doğal kaynak yönetimi anlayışında, kendi kaynaklarını korumak yönünde biraz daha tutucu davranacakları beklenebilir. Pandemi bir kez daha hatırlattı ki, tarım alanları ve bozulmamış, parçalanmamış doğal alanlar eldeki en değerli varlıklardır. Öyleyse ne yapmaları beklenir? Elbette bu kaynakları bozup, sömürecekleri az gelişmiş ülkelere biraz daha yakın ilgi gerekir. Öte yandan bu ülkeler ise pandemi nedeniyle durumun daha da zorlaştığı gerçeğiyle karşı karşıyadır ve doğal kaynakların kullanımında daha istekli durumdadırlar. Gerçekten de son iki aydır ormanlar, kimi ağaçlandırma kimi madencilik bahaneleriyle adeta her talebe açık hale getirilmektedir. Oysa kamuoyu pandemi sürecinde orman ve tarım alanlarımızın ve tarımsal ürün çeşitliliğinin kıymetinin farkına varmış durumdaydı. Daha önemlisi bilimin ne kadar olmazsa olmaz olduğu da ortaya çıkmamış mıydı? Yoksa bilim şu an en çok işimize yaradığı için tıptan mı ibaretti? Tıbbın kullandığı hammaddelerin yarıdan fazlasını barındıran; virüsleri, bakterileri konukçuları ile çevreleyen doğal alanların değeri yok mudur yoksa. Her güzel şeyi rüyalarına, okumalarına, muskalarına bağlayanların pandemi sürecinde hiç ortalarda görünmemeleri de tesadüf müydü? Oysa bilim, pandemilerin artık sık tekrarlanacağını söylemiş söylemeye de devam etmektedir. Doğal Kaynak Yönetiminde görülen değişikliklerden biri de bilimin yükselen politik gücüdür. Peki bizim gibi ülkelerde neden bilim değil de inançlar yükseltiliyor? Bilimin politik güç olması bir ülke için neden kötü olsun ki? Yoksa dağa, taşa, ovaya, dereye, denize göz diken çok uluslular, bilimin yerine inancı mı yükseltiyor? Öyleyse pandemi bize değil yine onlara mı avantajlar getirdi? Sonrakiler de aynı hatta daha ağır sonuçlar ortaya çıkaracak demektir. Asıl mesele pandeminin ortaya çıkışını önleyecek daha ucuz ve yararlı olan düzenlemeleri önceden yapmaktır. Bizim niyetimiz bu mudur bilemiyorum doğrusu. Öyle olsaydı çok daha pahalı olan tedavi olanaklarını arttırmaya yönelir miydik?
Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?
Dünyada nasıl acımasız ve hızla yaşanıyorsa bizim Ülkemizde de daha derin bir şekilde yaşanmaktadır ekolojik krizler. Yukarıda bahsettiğim gibi fakir toplumlarla zenginler arsındaki uçurumun gittikçe açılmasının nedeni de ağırlıklı olarak ekolojik sömürü kaynaklı krizlerdir. Ekonomik sorunların hayatı son derece zorlaştırdığı bir yerde, böylesi sorunların daha da derinleşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Belki de asıl sorun doğal kaynakların sadece para olarak görülmesidir. 19. yy ikinci yarısında yaşayan Oscar Wilde’ın dediği gibi “herşeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyen bir topluluk olduk”. Fiyat değerin yerini aldıkça hem gelir adaletsizliği ve fakirlik hızla büyüyor hem de dışa bağımlılık diğer deyişle şirketokrasiye teslimiyet artıyor. Bu kısır döngü, fakir ülkeleri önce mali sonra siyasi bağımlılığa yani bağımsızlığı kaybetmeye kadar itiyor. Ekonomik olarak zor durumda olan ve demokrasisi şirketokrasi ile yer değiştirmiş olan ülkelerde ekolojik mücadeleyi başlatmak da sürdürmek de zorlaşmaktadır. Yanlış olana yapılan her itiraz doğrudan “vatan hainliği” “kalkınma ve refah düşmanlığı” hatta yabancı ülke işbirlikçiliğine kadar uzanan bir dizi ithamlara kadar gidiyor. Bizim gibi yurtseverliğin, salt bayrakseverlik ve inanç/dinseverliğe indirgendiği ülkelerde hem doğal kaynaklar hem de bu kavramlar büyük zarar görmektedir. Ortaya çıkan kaos nihayetinde çok uluslu şirketlerin ekmeğine yağ sürüyor. Çünkü gelişmekte olan ülkelerde çevresel kaygılar Batı’ya ait bir lüks olarak gösterilmektedir. Dünya politikalarını kolayca şekillendirebilen çok uluslu şirketlerin çevre üzerindeki etkileri oldukça fazladır. Az gelişmiş ülkeler bu şirketlerin yatırımlarını çekebilmek için bir çok çevresel kaygıyı göz ardı etmekte ve büyük teşvikler vermektedir. Şirketler daima ucuz ve organize olmayan/oldurulmayan işgücüne sahip ülkelerde maden, sanayi tarımı, kimyasal maddeler, petrol gibi çevresel yönden en riskli sektörlerde etkin olmaktadır. Ülkemizde de maden, tabiatı koruma, enerji, turizmi teşvik, petrol gibi yasaların çıkmasında ve uygulanmasında hep benzeri kaygılar vardır. Bu gibi ülkelerde çevre ile kalkınma ikilemi arasında bir tercih yapılması gerektiği ve çevre korumanın kendileri için bir lüks olduğu gibi gerekçeler, politikacı ve yüksek bürokratların ortak söylemidir. Özetle önce kalkınalım sonra koruruz yöntemi en yaygın uygulama/uygulatma/dayatmadır. Doğal kaynaklarını neredeyse bir sömürge mantığı ile ve iyi ‘taş taşıma’ gücüyle kullandıran ülkeler fakirleşmeye devam etmektedir. Yabancıların ve ortakları olan yerli şirketlerin iştahını kabartan ne çok konu var aslında. Her biri için vurulan her kazma bir çevre sorunu ve yeni bir ekolojik mücadele alanı açmaktadır. Örneğin devasa barajlar ve onun getirdiği toprak kaybı ve göç; vahşi sulama ve getirdiği tuzlanma ve çölleşme; bütün su sıkıntımıza rağmen su olan her alanı kurutmak; sulak alanları kurutmak sonucu biyolojik çeşitliliğe de geri dönüşsüz zarar vermek; işsizliğe çare diye her yere plansız ve programsız, adına kentsel dönüşüm denen konut yığınları oluşturmak; her yeri dağı, taşı, kıyıyı, ovayı turizm alanı görüp sözde beş yıldızlı otel tarlasına döndürmek; dik dereye hes, düz ovaya, tarım alanlarına kömür santralleri yapmak, ormanlara nükleer santral yapmak; ormanları odun görmek, kim istediyse onlara vermek ve daha neler neler. Hepsiyle mücadele ayrı bilgi birikim, ayrı mücadele şekli gerektiriyor.
Ekoloji hareketinin bundan sonra nasil bir yönelimi olacaktır/olmalidir? Ne yapmaliyiz? Ne yapmamaliyiz.
Ekoloji hareketi parça parça ama daha etkisiz var olmaya devam edecektir. Dedim ya durum biraz da demokratikleşme sorunu, biraz da koruma kültürünün oluşma sorunu. Bizde birinci de kıt, buna bağlı olarak ikincisi de. Siyasal güç olamazsa bu hareket, sermayenin yaptıklarını durdurmaya çalışmakla ömrünü tüketecektir. Çünkü asıl sorun hep arkadan gelmek zorunda olmamızdan kaynaklanıyor. Oysa karar verme gücü elde olsaydı, reaktif değil proaktif bir mücadele yöntemi izlenir belki de tersi yani HES yapılsın, maden çıkartılsın diyen bir mücadele ile karşılaşırdık (Ne hayal ama).
Dünyamızın geleceği yine insan etkisi ile ve nihayetinde ağırlıklı olarak enerji temelli talepler için karanlığa gidiyor. Yok oluş, ilk kez en genç, en yeni canlı yüzünden, en hızlı biçimde gerçekleşmeye aday. Küresel bilgi ve ekolojik yaklaşımlar dünya çapında bazı kazanımlar oluştursa da küresel sermayeyi susturacak ya da yönlendirecek birikime ulaşamadı. Bilgi anlamında tüm kanıtları ortaya koysa da egemen güçlerin bencillik ve davranışlarını değiştiremedi. Elbette bazı temiz enerji kaynakları, daha tasarruflu yeni keşifler çok olumlu olsa da dünyanın %75’inin değiştirilmesini engelleyememiştir. Oysa gelecek, doğrudan ekoloji mücadelesinin ortaya çıkaracağı gücün, ekosistemleri bozan/değiştiren güçten büyük olmasına bağlıdır. Öyle ya dünyanın bozulmasına neden olan sistemi de uygulamaları da yapanlar aynı gücün uzuvları. Çevre kirleniyor, temizlemek gerek, korumak gerek diyenlerle, bu bozulmaları durdurmak bahanesiyle uluslararası onlarca sözleşmeyi yazarak imzaya açan ama uymayanlar da aynı ülkeler.
İnsanoğlu’nun egosundan sıyrılarak ama insanlığına geri dönerek elbirliği ile çözüm için çaba harcaması gerekir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler, Doğa Korumalı Kalkınma modellerini hayata geçirebilmeli. Bu ülkelerin, dengeli kalkınmanın doğal kaynakları korumakla olanaklı olduğunu, doğal kaynakları ve alanlarını kullanarak başarılacak geçici büyümeleri, kalkınma sanma rüyalarından uyanmaları gerekmektedir. Bir de insanoğlu denen zevk-ü safa düşkünü, üreme enerjisini ne yapıp edip düşürmelidir. Kabul edelim ki bu gemi bu kadar yükü kaldıramıyor artık.
Ne yapmamalıyız için söylenecek çok şey vardır. Ancak tüketim toplumu olmakta ısrarcı olmamalıyız. Daha mutsuz olacağımız ekonomik ve siyasal sistemlerde ısrarcı olmamalıyız.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Disiplin ayrımı yapılmadan bütün akademik müfredata temel ekoloji bilgisi ve doğal kaynak yönetimi dersi konmalı. Bunlar konferans dersler şeklinde de uygulanabilir. Önemli olan doğanın bir kalkınma malzemesi değil aynı zamanda yaşamın en önemli bileşeni olduğunun farkına varılmasıdır.
Ve en büyük mutluluk doğanın korunması en büyük mutsuzluk doğanın bozulması. Öyleyse koşturmaya devam, hep birlikte dayanışma ile..
Kendinizi kisaca tanitabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?
Kısaca: Artvin’li, Doğadüşünür, Doğasever, Doğakorur.
Kısaltarak: 1964 Artvin Arhavi’de doğdum. 1986 yılında İ.Ü. Orman Fakültesi’nden mezun oldum. 1988 yılında İstanbul Üniversitesinde Orman Entomolojisi ve Koruma konusunda ilk, 1994 yılında ise Karadeniz Teknik Üniversitesinde Peyzaj Mimarlığı Anabilim Dalında ikinci Yüksek Lisans Programını bitirdim. 2002’de KTÜ’de “Kaçkar Dağları Milli Parkı ve Yakın Çevresinin Doğal Kaynak Yönetimi Açısından İncelenmesi” adlı tez ile doktora programını tamamladım. 1989-2004 yılları arasında, o zamanlar çok güzel bir kurum olan Trabzon’daki Orman Araştırma Müdürlüğünde “Araştırma uzmanı” olarak çalıştım. 2004-2010 arasında Artvin Orman Fakültesinde görev yaptım. 2010 Eylül’ünden beri KTÜ Orman Fakültesindeyim. Özetle mesleğim ormancılık, çalışma konum ise doğa korumacılık.
Yıllardır Doğu Karadeniz Dağlarını mesken tuttum, kamuoyunu olumsuz değişim konusunda uyarmaya çalıştım. Kalkınma diye insanoğlunun kendi dahil tüm yaşam formlarını yok etmesine fena halde takmış durumdayım.
Bugüne kadar her anım ekoloji hareketinin içinde geçti. Bazılarına değineyim:
Şimdiki adı WWF Türkiye-DHKV olan DHKD ile 1988 yılında tanıştım. DHKD ile Doğal Yaşlı Orman, Atmacacılık Yönetimi gibi projelerin yürütücülüğünü ve yayınlarını yaptım. Atmacacılık ciddi bir kuş ölümüne neden oluyordu, bunu yaptığımız çalışmalarla önlemiş olduk. Şu an WWF Türkiye (DHKV) Yönetim Kurulu üyesiyim.
Başka neler yapmışım? 1996 Fırtına vadisindeki Dilek Güroluk HES inşaatına karşı çalışma. Çamlıhemşin-Hemşin Dernekleri ile çalışma, İki rapor yazımı, alanın doğal SİT olmasında doğrudan destek. HES’lerle ilgili 40 kadar konferans, Türkiye’nin her yerinde, Kastamonu Loç Vadisinden Karabük Yenice Şeker Kanyonuna kadar konferans ve raporlar. HES konusu halen devam ediyor. Çünkü memleketim Artvin’in her yeri ve pek çok güzel yurt köşesi HES tehdidi altında.
1998’lerden itibaren Ekoturizmle ilgili çalışmalara başlama, danışmanlıklar, konferanslar. Halen devam ediyor. Neden? Ekoturizm doğa koruma aracı aslında. 2003 yılından itibaren 6 Kafkas ülkesi Kafkasya Ekolojik Bölge planını yapmaya başladık. Bu çalışmalar her yıl toplantılarla devam ediyor. Bu oluşumun bilim komitesi üyeliğim devam ediyor.
Birleşmiş Milletler (UN) Küresel Çevre Fonu (GEF) Küçük Hibe Programı (SGP) Ulusal Yürütme Komitesi Üyesi (2004-2007) oldum. Doğrusu çok güzel projeler destekledik.
1994 yılından yani ilk çalışmalardan bu yana Artvin Cerattepe yaşam mücadelesinin her anının içindeyim. 1995 yılı haziran sonunda Artvin’de Madencilik panelinde sunum yaptım, panel karşı hareketin başlangıcında çok belirleyici oldu. Ardından ilk maden karşıtı raporu yazmış oldum.
2000 yılından itibaren TÜBİTAK tarafından desteklenen toplam 13 Doğa Koruma Eğitim Projesi gerçekleştirdim.
2006 yılından itibaren yeşilyol garabetine karşı çıkarak kamuoyunu bilgilendirmeye başladım, yazdım, konuştum. Temel felsefem “Dağlarda yolsuzluk iyidir”.
Çok sayıda ulusal ve uluslar arası doğa koruma projesinde yürütücü ya da danışman olarak görev aldım. En çok hangisinde yoruldum derseniz yüzlerce ÇED’in okuyup değerlendirilmesi, ÇED karşıtı raporlar, mahkeme müdahil bilirkişi raporlarını saymak mümkün.
190 kadar radyo, 30 kadar ulusal Tv programı, 100’e yakın konferans, 17’si TÜBİTAK olmak üzere 20 proje, 2 kitapçık, 8 kitap bölümü, makaleler, bildiriler, diğer yayınlar, 170 kadar çalıştay. Tamamına yakını doğa koruma konulu.