Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri Bartın Üniversitesi Orman Fakültesi Ormancılık Politikası Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Atmiş ile devam ediyor:
“Her şeyden önce mücadele, sonuçlar üzerinden oluşan reaksiyoner hareketler olarak değil de, önceden öngörüye dayanan plan ve stratejiler üzerinden yapılmalıdır. Bunun için ülkenin dört bir yanında yerel mücadeleleri sürdüren dernek, oda, vakıf, platform ve oluşumların koordinasyonunu sağlayacak bir oluşuma gereksinim var. Şu an bunun için çaba gösteren oluşumlar var, fakat gerek kişisel, gerek de politik yaklaşım farklılıklarından dolayı, bütün grupları bir araya toplayacak bir birliktelik henüz sağlanamamıştır. Oysa deresini korumak isteyenin de, tarlasını, merasını, ormanını korumak isteyenin de, sağlıklı ve planlı bir kentte yaşamak isteyenin de, tarihi sitleri ve kültürünü korumak isteyenin de derdi aynı. Karşıda sermayeyle işbirliği yapmış bir iktidar var ve gerektiğinde ekolojik katliamların önünü açmak için yasaları değiştiriyor, yönetim kadrolarında kendine engel gördüklerini değiştiriyor, mahkemelere, bürokratlara, teknik elemanlara, akademisyenlere baskı yapıyor, yaşadığı yeri savunmak için mücadele edenlerin karşısına devletin jandarmasını, polisini çıkarıyor, TMMOB, Tabipler Odası, Baro gibi bu mücadelelerin etkin unsurları olan yapıları eline geçirmeye veya parçalamaya çalışıyor. Bu durumda ekoloji mücadelesi de, yaşanan ekolojik kayıpların rastlantısal değil de politik tercihlerin sonucu olarak oluştuğunu bilerek bir mücadele çizgisi oluşturmalı”
Söyleşi: İsmail Akyıldız / 2 Eylül 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Türkiye’de çevreci düşüncenin çevreci hareketlere dönüşmesi 1980’lerden itibaren hız kazanmıştır. Bu dönemden sonra doğayı ve insan yaşamını tehdit eden maden arama, termik santral, hidro elektrik santrali (HES), nükleer santral, yol yapımı, tarım alanlarına sanayi tesisi kurma veya yapılaşma gibi faaliyetlere karşı mücadele edebilmek için çeşitli kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütlerinin de bir araya geldiği görülmektedir. Bu tip oluşumlar genellikle “platform” ya da “inisiyatif” adını almaktadır. 2000’li yılların başlarında bu tür oluşumların daha çok bölgesel düzeyde veya ülke genelinde tüm çevre sorunlarına karşı mücadele ettiği, son yıllarda ise mücadelelerini daha ufak ölçekte ve belli bir çevre sorununa karşı (örneğin siyanür kullanılan altın madenine, HES’e, termik santrale) yürüttükleri görülmektedir. Bu oluşumların mücadele sonucu elde ettikleri kazanımlar, çoğunlukla çevre sorunlarına ve politik çıkarlar neticesinde oluşan yanlış uygulamalara birlikte karşı çıkmanın ne denli önemli olduğunu göstermektedir. 2010 ile 2016 yılları arasında tespit ettiğimiz 17 farklı platformun/inisiyatifin oluşması doğaya ve insan yaşam alanlarına zarar verecek uygulamaların arttığının, buna bağlı olarak da insanlarının mücadelesini arttırarak sürdürdüğünün bir göstergesidir.
Bu hareketlere bakıldığında ülkenin her yanına dağılmış oldukları görülmektedir. Birbirinden bağımsız olarak yörelerinde tarım alanlarını, nehirleri, yeşil alanları ve ormanları korumak için kurulmuş olan bu oluşumların kimi, bölgelerindeki çevresel sorunların tümüyle ilgilenmektedir. Kimiyse yörelerinde gündeme gelen belli bir doğa yıkıcı projeye karşı farklı kesim ve siyasi düşüncelerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu oluşumların hepsi reaksiyoner hareketler olarak doğmuştur. Kimisi bir ilçe, kimisi bir vadi, kimisi bölge, kimisi de ülke genelinde örgütlenmiştir. Bu topluluklar özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı direnişinden sonra diğer oluşumlarla bir araya gelmeye ve ortak eylemler oluşturmaya başlamıştır. Bu toplulukların mücadele konularına bakıldığında; madencilik, enerji, turizm ve altyapı projelerinin öne çıktığı görülmektedir.
Anadolu’da iktidarın doğa yıkımına dayanan ekonomik büyüme politikalarına karşı tepkiler, Gezi Parkı protestolarından yıllarca önce başlamıştı. Hatta Gezi Direnişi, Anadolu’daki bu birikiminin daha büyük bir toplumsal tepki olarak İstanbul’a yansıması olarak görülebilir. Gezi’den önce de Anadolu’nun birçok yerinde hidroelektrik santrallere (HES) ve termik santrallere karşı mücadele vardı. Antalya’da, Muğla’da, Kastamonu’da, Sinop’ta, Bartın’da, Artvin’de, Rize’de yapılan mücadeleler buna örnek verilebilir. Yöre halkı; hem ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) Halkın Katılımı toplantılarını yaptırmayarak, hem de ÇED izni çıkmış HES’lerin yapımını durdurmak için iş makinelerinin önüne yatarak, HES ve termik santral sahalarında nöbet çadırları kurarak ve olumlu çıkan ÇED kararlarını iptal ettirmek için mahkemelere taşıyarak mücadelesini yıllardır sürdürüyordu.
Farklı coğrafyalarda ve farklı konularda yürütülen bu mücadeleler, Gezi direnişinden sonra daha çok dikkat çekmeye başladı. Gezi Parkı direnişindeki birçok kişinin ülkenin birçok yerinde devam eden mücadelelerin aktif isimleri olması, bu mücadelelerin ulusal ölçekte birbirini tanımasını ve dayanışmasını da sağladı. Birbirinden bağımsız olarak sürdürülen mücadeleleri yapan gruplar, sadece kendi yaşadıkları yerdeki sorunlarla değil, başka coğrafyalardaki sorunlarla da ilgilenmeye başladılar. Genellikle yörelerinde doğa ve insan yaşamı için tehdit oluşturan devlet ve özel sektör projelerine karşı “yaşamı ve mekanı koruma-sahip çıkma” hareketi olarak bir tepki niteliğinde ortaya çıkan bu oluşumlar, hem toplumsal, hem de hukuksal mücadelenin birçok aracını kullanmaktadır. Basın açıklaması, toplu imza ve dilekçe, protesto, yürüyüş, miting, yol kesme, çalışma alanına sokmama, ÇED halkın katılımı toplantısı yaptırmama gibi toplumsal mücadelelerin yanı sıra, açtıkları yürütmeyi durdurma ve iptal davalarıyla yerel mahkemelerden başlayarak Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkına, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmaya kadar birçok hukuksal olanağı kullanan hareketler, süreç içinde birçok kazanım elde etmişlerdir. Fakat, 18 yıldır iktidarı elinde bulunduran siyasi partinin mevzuatta yaptığı doğal alanların yok edilmesini kolaylaştıran düzenlemeler ve dizayn ettiği yeni devlet bürokrasisi sayesinde, halkın karşı mücadelesine rağmen, “kalkınma” politikaları uğruna doğayı katletmeye devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle farklı bölgelerdeki yerel hareketlerin sadece kendi aralarında değil, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, meslek odaları ve siyasal partilerle bir araya gelecek şekilde bir birliktelik sağlayarak, bu hareketleri sistemli ve aksiyoner hale getirecek yeni bir örgütsel yapı oluşturmaları gerekmektedir.
Bu tepkiler bireysel olaylara verilen reaksiyoner tepkilerden öteye geçip, doğaya ve insan sağlığına zarar veren neoliberal “kalkınmacı” politikaların sorgulanmasına doğru evrilmediği sürece, yaşanan doğa yıkımlarının devam etmesi kaçınılmazdır. Bu mücadeleler her ne kadar doğa yıkımlarını bazı yörelerde durdursa veya geciktirse bile, arkasına hükümet desteğini alan “yatırımcı” anlayış; meraları, ormanları, tarım alanlarını parça parça yok etmeye, suları kirletmeye ve kurutmaya, havayı kirletmeye, yerleşimleri çarpık yapılaştırmaya devam edecektir. Bunun için bu yıkımların gerçek nedenleri konusundaki bilgileri halka sağlıklı olarak ulaştıracak sosyal medyadan öte bilgi kanallarına gereksinim vardır.
Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?
Salgın tüm dünyada sermaye ve doğa düşmanı hükümetler için bir fırsat yarattı. Herkes evlere tıkılırken, ormanlar, meralar, akarsular, göller, tarım alanları vb. varlıkların yok edilme hızı da arttı. WWF Almanya’nın bir araştırmasına göre; 2020 yılı karantina döneminde ormansızlaşma neredeyse her bölgede devasa boyutta artıyor. Afrika, Asya ve Güney Amerika’da yer alan 18 ülkeye ait uydu görüntülerini inceledikleri bir çalışmada; Mart 2020 orman alanlarıyla 2017’den 2019’a kadarki orman alanları kıyaslandı. Oldukça net olduğu söylenen sonuçlara göre Mart 2020’de 645 bin hektar tropik orman ekosisteminin yok edildiği açıklandı.
Türkiye’de de pandemi döneminde yurttaşlara “evde kal” diyen devlet, şirketlerin doğa talanının önünü açmayı tercih etti. Birçok yerde bu talana dur demek isteyen vatandaşların yapmak istediği gösteriler, salgın neden gösterilerek yasaklandı. Bazı yerlerde vatandaşlar güvenlik kuvvetleriyle çatışmak zorunda kaldılar. Örneğin Manisa Salihli’de Çapaklı köyünde biyogaz tesisi istemeyen köylülere jandarma coplarla, kalkanlarla karşılık verdi, köylü yerlerde sürüklendi, kadınlar darp edildi, gözaltına alınanlar oldu.
Bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra pandemi sürecinde doğa koruma mücadelesi yapan oluşumlar için alternatif alanlar da açıldı. Örneğin sosyal medyada daha etkili, sonuç alınabilecek kampanyalar düzenlendi. Ayrıca internet üzerinden (Zoom, Meet vb. üzerinden) eğitim çalışmaları ve konferanslar düzenlenerek daha önce sadece belirli bir yerleşimde yaşayanların katılabileceği bu tür etkinliklere ülke genelinden katılım sağlanarak daha çok kişiye ulaşılabildi. Yine yerel mücadeleleri çatısı altında buluşturan farklı platform ve oluşumlar internet üzerinden düzenli şekilde ve daha sık koordinasyon toplantıları yapma fırsatı buldu.
Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?
Küresel ekolojk krizin temelinde küresel sermaye, yani kapitalizm var. Onların kazanma hırsı dünyadaki birçok doğal varlığı ve kültürü tehdit ediyor. Yıllardır ormancılık politikası alanında çalışan biri olarak önceliği ormanlara vermek istiyorum. Ormanlar üzerindeki en büyük tehdit ormanların ormancılık dışı amaçlar için tahsis edilmesi. Enerji, madencilik, turizm, altyapı vb. birçok konuda yapılan bu tahsisler son yıllarda büyük bir hızla arttı ve şu an için 700 bin hektara ulaştı. Fakat yurttaşlarımızın orman yangınlarına karşı gösterdiği tepkinin çok azı bu tahsislere gösteriliyor. Oysa orman yangınları sadece yaz aylarında yoğunlaşıyor ve yanan orman alanlarının tekrar orman ekosistemlerine dönmesi olasılığı çok yüksek. Fakat termik santral, havalimanı, yol, HES vb. tesisleri inşa ettiğiniz orman ekosistemlerini tekrar eski haline döndürmenizin olanağı yok. Üstelik tahsis edilen bu alanlar kağıt üzerinde hala orman olarak görüldüğü için, yetkililer hala orman alanlarının artıyor olduğunu iddia edebiliyorlar. Ormanlarda son yıllarda hızla artan odun üretimi de bir diğer önemli sorun. Ülkemizde 2005 yılında 13 milyon m3 odun üretilmişken, bu yıl 30 milyon m3, gelecek yıllarda da 50 milyon m3 odun üretilmesi hedefleniyor. Böyle bir artışın ormanlara çok fazla zarar vereceği çok açık. Bir diğer konu ormanlarımızın sahip olduğu biyoçeşitliliğin yönetim tarafından göz ardı edilerek korunmaması. Hatta yönetim av turizmi adı altında birçok yaban hayvanının yok edilmesinin önünü açıyor.
Ülkedeki planlama anlayışı toplum yararından çok, belli kesimlere rant sağlamaya yönelik olduğu için yok edilmekte olan sadece ormanlar değil, meralar, ovalar, tarım arazileri, akarsular, göller, denizler yok edilmekte. Çarpık yapılaşma her yerde. Tarihi ve doğal sitler enerji, inşaat ve turizm sektörüne alan açmak için yok ediliyor.
Ben burada tek tek ekoloji sorunlarını değil de, bunların üç ana nedenini sıralamak isterim. Birgün Gazetesi’ndeki bir yazımda aynen şöyle yazmıştım; “ Ülkeyi ‘kalkındırma’ iddiasındaki iktidar, bunu sanayi ve hizmet sektörünü destekleyerek yapmak yerine kendince ülkenin ormanlarını, meralarını ve ovalarını yerle bir ederek ‘kalkınma’ çabası içine girmiştir. Örneğin; ihracat gelirlerinin arttırılması hedeflenerek mera ve ormanlardan altın, gümüş, bakır, kurşun, mermer gibi ürünlerin çıkartılıp yurtdışına hammadde veya yarı mamul madde olarak satılması son yıllarda hız kazandı. Bir diğer önemli neden inşaat sektörünün talepleri. İnşaat sektöründe ihtiyaç duyulan mermer, taş, çimento, demir, mıcır, bakır vb madenlerin yasal düzenlemelerle rahatlıkla mera ve orman alanlarından çıkartılması sağlandı. Bu uygulamalar ülke ekonomisinin lokomotifi olarak varsayılan inşaat sektörünün maliyetlerini düşürerek sektörü ayakta tutmak uğruna yapıldı. Öyle maden sahaları oluştu ki, İstanbul, Bursa, İzmir gibi inşaat sektörünün yoğun olduğu bölgelerin çevresindeki mera ve ormanlar delik deşik edildi ve bu alanlardan çıkarılan malzemeler inşaat sektörüne ucuz hammadde olarak verildi. Yine ekonomiye güç katacağı sanılan başka bir boyut da, var olduğu uzun yıllardan beri bilindiği halde rantabl (karlı) olmadığı için yer altında bırakılan düşük kalorili kömür rezervlerinin, termik santrallerde yakılınca büyük bir rant yaratacağı anlaşılınca, bu kömür sahalarının yeni bir hazine bulunmuş gibi yağmalanmaya başlanmış olması.”
Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?
Her şeyden önce mücadele, sonuçlar üzerinden oluşan reaksiyoner hareketler olarak değil de, önceden öngörüye dayanan plan ve stratejiler üzerinden yapılmalıdır. Bunun için ülkenin dört bir yanında yerel mücadeleleri sürdüren dernek, oda, vakıf, platform ve oluşumların koordinasyonunu sağlayacak bir oluşuma gereksinim var. Şu an bunun için çaba gösteren oluşumlar var, fakat gerek kişisel, gerek de politik yaklaşım farklılıklarından dolayı, bütün grupları bir araya toplayacak bir birliktelik henüz sağlanamamıştır. Oysa deresini korumak isteyenin de, tarlasını, merasını, ormanını korumak isteyenin de, sağlıklı ve planlı bir kentte yaşamak isteyenin de, tarihi sitleri ve kültürünü korumak isteyenin de derdi aynı. Karşıda sermayeyle işbirliği yapmış bir iktidar var ve gerektiğinde ekolojik katliamların önünü açmak için yasaları değiştiriyor, yönetim kadrolarında kendine engel gördüklerini değiştiriyor, mahkemelere, bürokratlara, teknik elemanlara, akademisyenlere baskı yapıyor, yaşadığı yeri savunmak için mücadele edenlerin karşısına devletin jandarmasını, polisini çıkarıyor, TMMOB, Tabipler Odası, Baro gibi bu mücadelelerin etkin unsurları olan yapıları eline geçirmeye veya parçalamaya çalışıyor. Bu durumda ekoloji mücadelesi de, yaşanan ekolojik kayıpların rastlantısal değil de politik tercihlerin sonucu olarak oluştuğunu bilerek bir mücadele çizgisi oluşturmalı.
Eklemek istediginiz başka bir şey var mı?
Ülkenin birçok yerinde ciddi ekolojik sorunlarımız var. Bunların bir kısmında yapılan yerel mücadelelerin sağladığı kazanımlar var. Bu kazanımları sağlayan mücadele yöntemlerini, ülkenin her tarafına yaymaktan başka bir seçeneğimiz yok.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?
Orman Mühendisiyim. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi mezunuyum. Aynı üniversitede yüksek lisans ve doktora eğitimlerimi tamamladım. 26 yıldır Bartın Üniversitesi Orman Fakültesi’nde Ormancılık Politikası alanında çalışıyorum. Orman toplum ilişkileri, kent ormancılığı, orman köyleri ve kooperatifçilik, korunan alanlar, ormanlar ve siyasi partiler konularında yüzü aşkın sayıda makale, kitap ve bildirim var. Zaman zaman bu konularda çeşitli gazete, dergi, radyo ve televizyonlarda yazı ve röportajlarım çıkıyor.
Öğrencilik yıllarından beri çevre sorunlarıyla ilgiliydim. Bartın’da Bartın Çevre Birlikteliği ve Bartın Platformu kurucuları arasında yer aldım. Bartın Platformu olarak 10 yılı aşkın süredir Amasra’ya yapılmak istenen termik santrale karşı mücadele veriyoruz. Bunu bugüne kadar engellemeyi başardık. Batı Karadeniz Çevre Platformu ve Türkiye Çevre Platformu’nda zaman zaman temsilci olarak bulundum. Türkiye Ormancılar Derneği’nin bir dönem Bartın temsilciliğini yaptım. Sadece Bartın’da değil, Batı Karadeniz Bölgesi’nde ve diğer bölgelerdeki ekoloji mücadelelerine de hem akademisyen olarak, hem de aktivist olarak destek vermeye çalışıyorum.
1 Yorum
Pingback: “Yerel mücadele yöntemlerini ülkenin her tarafına yaymaktan başka bir seçeneğimiz yok!” | Kuzey Ormanları Savunması