Kaz Dağı’ndan, bin kaynaklı kadim İda Dağı’ndan yükselen cesur bir ses: Kubilay Saygın Öztürk; “Genel kamuoyu desteği ve baskısı çevre sorunlarının çözülmesinin temel anahtarı olacaktır!”

0

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi’nde “Türkiye’de Covid 19 Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşilerimiz Edremit Çevre Platformu (EDÇEP) başkanı Kubilay Saygın Öztürk ile devam ediyor;

Bir okurumuz bu seri içinde yayımlanan söyleşilerin biri hakkında şöyle bir yorum yapmıştı; “A’dan Z’ye çevre meseleleri. Sıkıştıkça dönüp bakılacak ansiklopedi gibi”. Kubilay S. Öztürk ile yaptığımız söyleşi de öyle oldu. Kuşkusuz bu söyleşiler sadece bir ansiklopedi gibi görülemez, zira daha köklü bir iş yapılıyor burada; Covit 19’un alt üst ettiği, toz ve dumana boğduğu, radikal bir şekilde dönüştürdüğü “dünyamızda” kaybolan koordinatlarımızı, yerimizi, yönümüzü bulmamıza yardımcı oluyor. Pergelin ayağını ekolojide konumlandırarak yaşanan büyük dönüşümü anlamaya çalışan, mütevazi yol haritaları, bireysel manifestolarımız olarak da görebiliriz bu söyleşileri. Fil hikayesinde olduğu gibi, her bir söyleşi karanlık ortamda fili nasıl tanımladığımızı dile getiren metinlerden oluşuyor. ‘Avuç bütün fili kavrayamaz’ belki, fakat Öztürk’ün yaşadıklarımızı bir çok elle yokladığını, kavramaya çalıştığını göreceksiniz.

Uzun oldu fakat keşke daha uzun olsaydı diyebileceğiniz bir söyleşi gerçekleştirdik: Sağlam bir irade, kararlı bir duruş, önyargıların karşılıklı olarak aşılması yönünde samimi bir çaba; canlı, dinamik, güçlü bir ekoloji hareketinin kurulması yönünde olgun bir arzu.

Söyleşide özellikle dikkatinizi çekmek istediğim iki konu var; ilki HESler. Öztürk, HESlerin ekoloji hareketinin dönüşümünde tarihi bir rol oynadığını savunuyor ve bu tezini ikna edici argümanlarla temellendirmeye çalışıyor. HESler ilk defa bu kadar kapsamlı bir şekilde ele alınarak analiz ediliyor. İkinci konu ise Büyük Anadolu Yürüyüşü. 2011’de gerçekleşen ve kendisinin de katkı verdiği yürüyüş de bu söyleşi serisinde ilk kez irdelenmeye değer bulunarak – ve Bergama süreci ile yan yana anılarak- ele alınıyor. Bundan sonraki söyleşilere esin kaynağı oluşturabilecek bu iki konunun burada altını çizmek istedim. Diğer konularda da pek çok orijinal tespit bulunuyor.

“Tamam evde kalalım, doğa talanı yapanlar da evlerinde kalsın!”

“Başka türlere yaşam alanı tanımazsak, o türler soframızın katığı haline gelirse, onlar da bizlerin vücudunu kendisine yeni yaşam alanı olarak seçmek zorunda kalabiliyor.”

“Kalkınma denilen pek çok yatırımın, geleceğimizi karartma hakkı olmadığını daha yoğun bir şekilde anlatmamız gerekiyor. Bazen olduğu gibi bırakmanın, kirletmemenin, bozmamanın daha ekonomik olduğunu söylememiz gerek. Suyu kirleterek kaçınılan maliyetin yanında, sonradan temizlemek için yapılacak harcamaların kıyas kabul etmez büyüklükte olacağını anlatmamız lazım.”

“Kazdağları’nın eteklerinde bile susuzluk sorunu yaşanıyor günümüzde. Bölgemizde zeytin sineği, eskiden olduğundan bir ay kadar önce uyanıyor artık. Küresel iklim değişimi zeytin sineğinin de doğal ritmini değiştirdi. Haliyle zeytin tarımına zarar veriyor, rekolteyi düşürüyor. Buna karşı ya tepeden uçakla ilaçlama yapılıyor ki, bu önlem tarzı arıyı, suyu ve tüm canlıları da etkiliyor; ya da her ağaca bir sinek kapanı asmak zorunda kalıyor çiftçiler. Yeni bir emek ve masraf demek bu yöntem de, maliyetleri artıyor. Özetle küresel ekolojik krizi artık fiilen yaşıyoruz hepimiz.”

“Ulusal değil, küresel bakmalıyız. Sermaye ve etkilediği karar mekanizmaları küresel bakıyorsa dünyaya, halklar da küresel bir karşı koyuş sergilemek zorunda. Söylemek istediğim, çok büyük ve uluslararası bir küresel direniş yaratmak kadar; her birimizin kentimizde, bölgemizde ve ülkemizde yaratacağımız değişimler ve kazanımlar ile küresel değişime katkıda bulunmaktır aynı zamanda.”

“Bir de esas ekolojik mücadele damarı var ülkemizde. Onlar sıradan insanlar. Düşünsel maceralarıyla değil, kendi yaşam alanlarında olan bitenler nedeniyle ekoloji mücadelesine katılan, çoğu kırsal alandan, bir kısmı da kentli yaşamdan gelen bu insanlar, kendi geleceklerini  savunma refleksiyle mücadeleye giriyorlar. Din, dil, kültür, siyasi tercih önde değil bu insanlar için. Yegane öncelikleri yaşamı savunmak. En temel hakları olan yaşama hakları için bir çevre mücadelesine girişiyorlar. Vatandaş hareketi bunlar ve bu durum bence çok önemli. Bu insanlar zamanla diğer damarlarla da bir araya geldiler, buluştular haliyle. HES’lerle başladı bu süreç, maden ve termiklerle, JES ve RES’lerle gelişti, kentsel yaşamın dayattığı kirlenmeyle daha da büyüdü ve böylece farklı bir kulvara girdi ekoloji hareketi. Aynı yolda birleşen bu üç ana damar, evet bugün bir birikim yarattılar ülkemizde. Ancak henüz akacakları bir yeni yatak açarak, bir model oluşturmak ve yeni bir yol çizmekten de uzaklar. Yani birikim yarattılar ama henüz bir gelenek yaratamadılar. Lokal mücadeleleri, yerelden çıkartıp ulusal ve uluslar arası bir “hareket” haline getiremediler. Ancak bu yolda ilerliyorlar. Zira yaşam o hale geldi ki ülkemizde, doğaya ve yaşama saldırılar öyle yoğun ve doğrudan ki, insanlar geleceklerini kurtarmak adına bu gerekliliği sağlamayı da kısa sürede öğrenecekler.”

İsmail Akyıldız / 23 Kasım 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkında görüşlerinizi merak ediyoruz. Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Elbette ki böyle bir birikimden söz edebiliriz. Ancak ekoloji hareketinin dünyadaki gelişimi ile ülkemizdeki gelişimi arasında bazı farklılıkları da ifade etmek gerekiyor. 20. yüzyılda 60’lı yılların sonunda başlayan ve 70’li yıllarda gelişerek kapsamlı bir yapıya kavuşan yeşil hareket, özünde bir tepki girişimiydi. Özellikle, Avrupa’da iktidara gelen sosyal demokrat partilerin bile, kapitalist sistemin çözümlerinden farklı yöntemler geliştirme yeteneğini gösterememesi üzerine, başka bir dünya yaratma iddiasıyla oluşmuştu yeşil hareket. O zamanlar varolan sosyalist sistemin ekolojik hatalarına karşı da bir tepkiydi bu aynı zamanda. Farklı bir yaşam önerisi olarak bu yeni sosyal hareket kabul de gördü. Hızla gelişti, siyasal bir hareket haline geldi ve bütün dünyayı da etkiledi. Yeşil siyasal hareket, iktidar ortağı bile oldu bazı Avrupa ülkelerinde. Ancak çözüm önerilerini mevcut düzenden ayırıp sistemleştiremediği için aynı hızla da destek kaybına uğradı. Son yıllarda, küresel iklim değişiminin dayattığı realite insan türünü ziyadesiyle etkilemeye başlayınca, yeşil harekete ve önerilerine karşı ilgi ve destek de yeniden artmaya başladı. Ancak, kapitalist sistemin yaptıklarını eleştirmek ilgi toplasa bile, yerine ne konulacağını önermek ve hayata geçirmek de gerekiyor. Desteğin sürmesi ve yeşil hereketin siyasallaşmasının kabulü, büyük ölçüde bu alandaki gelişme kabiliyetine bağlı olacak.

Ülkemizde ise, ekoloji hareketinin gelişimi farklı bir yol izledi. Öncelikle eleştiri ve tepkiler sosyal demokrat iktidarlara değil, muhafazakar yönetimlere karşı gelişti ülkemizde. Çevre savunusu kadar, sistem eleştirisi de önem taşıdı her zaman. Elbette Avrupa’daki yeşil hareketten etkilendi başlangıçta. 50 yıla yakın süredir, bir sosyal hareket olarak bizde de var. Fakat bugünkü yapısı itibariyle, çok değişik çevrelerden ya da bireysel tercihlerden gelen ve kendisini çevre/ekoloji mücadelesi içinde gören  insanlardan oluşan bir yapı söz konusu. 1970’lerden beri batıdaki hareketten etkilenen ve mücadele yürüten bir ana damar var elbette. İniş ve çıkışlarıyla uzun bir süreci yürüttüler ülkemizde. Bunlara batıdaki ekoloji hareketlerini bizzat yaşayarak veya gözlemleyerek bir yeni yaşam çizgisine ulaşan, genç ve küresel bakmayı bilen kuşakları da ilave etmek lazım. Fakat öncekilerle aralarında kuşak farkları da var haliyle. Gençler çok daha farklılar. Kişisel yaşamlarını da farklı bir dünya kurma yönünde biçimlendiren, giyimi, yaşam tarzı, alışkanlık ve tercihleri daha farklı olan bu genç kuşak, önceliği kendi yaşamlarını değiştirerek, daha genel anlamda bir büyük değişimi sağlama yönünde hayata geçirmeye veriyor, bunu deniyorlar. Ancak toplumsal ve siyasal tercihler değişmeden, bireysel tercihlerle önemli ve köklü bir değişim sağlanamayacağını da zamanla ve yaşam tecrübeleriyle görüyorlar. Bir diğer ana damarı ise, sistem eleştirilerini “sol” bakış açısıyla yapanlar oluşturuyor. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de sol siyaset yıllarca çevre sorunlarına gözünü kapatmış olmasından kaynaklanan bir “gecikmişlik” refleksiyle ekoloji hareketinde yerlerini alıyor. Bu anlamda bir özür, kaybedilmiş zamanın telafisi yaklaşımı hakim bu kesimde. Elbette ekoloji hareketine katkıları oluyor, zira sistemi değiştirmeden yaşamın değişemeyeceğini söylüyorlar öncelikle. Fakat sol siyasetin kimi eski “hastalıklarını” da yeşil harekete taşıyorlar ne yazık ki. Bir de esas ekolojik mücadele damarı var ülkemizde. Onlar sıradan insanlar. Düşünsel maceralarıyla değil, kendi yaşam alanlarında olan bitenler nedeniyle ekoloji mücadelesine katılan, çoğu kırsal alandan, bir kısmı da kentli yaşamdan gelen bu insanlar, kendi geleceklerini  savunma refleksiyle mücadeleye giriyorlar. Din, dil, kültür, siyasi tercih önde değil bu insanlar için. Yegane öncelikleri yaşamı savunmak. En temel hakları olan yaşama hakları için bir çevre mücadelesine girişiyorlar. Vatandaş hareketi bunlar ve bu durum bence çok önemli. Bu insanlar zamanla diğer damarlarla da bir araya geldiler, buluştular haliyle. HES’lerle başladı bu süreç, maden ve termiklerle, JES ve RES’lerle gelişti, kentsel yaşamın dayattığı kirlenmeyle daha da büyüdü ve böylece farklı bir kulvara girdi ekoloji hareketi. Aynı yolda birleşen bu üç ana damar, evet bugün bir birikim yarattılar ülkemizde. Ancak henüz akacakları bir yeni yatak açarak, bir model oluşturmak ve yeni bir yol çizmekten de uzaklar. Yani birikim yarattılar ama henüz bir gelenek yaratamadılar. Lokal mücadeleleri, yerelden çıkartıp ulusal ve uluslar arası bir “hareket” haline getiremediler. Ancak bu yolda ilerliyorlar. Zira yaşam o hale geldi ki ülkemizde, doğaya ve yaşama saldırılar öyle yoğun ve doğrudan ki, insanlar geleceklerini kurtarmak adına bu gerekliliği sağlamayı da kısa sürede öğrenecekler. Çünkü buna zorlanıyorlar adeta. Doğaya karşı talan yaklaşımı ülkemizde çok belirgin artık. Yaşanacak bir gelecek kalmayacak insanlara bu gidişle. O nedenle ülkemizdeki süreç, zaman içinde çevre korumacılıktan ekoloji hareketine dönüştü. Şimdi ise ekoloji hareketinin ülkemizde bir siyasallaşmaya evrimini de belirlemesi artık mümkün. Bu noktada, iradi olarak buna aday olanlar ile fiili anlamda boşluğu dolduranlar arasındaki farkın da altını çizmek isterim. Siyasallaşmaya mutlak anlamda parti kurma modeli olarak da bakmamak lazım. Mevcut partilere karşı eşit mesafede durmayı başaracak güçlü bir ekoloji hareketi de, siyaseti etkileme gücüne sahip olabilir elbette. Siyaset arenasında pazarlık yapmak anlamında değil, “oy almak istiyorsan şunları programına koy ve gerçekleştir” diyerek de yapabilir bunu. Sadece çevre de demez elbette. Var olan tüm ortak paydalarını da söyler. Barış, her türlü şiddete karşıtlık, adalet, hukukun üstünlüğü, katılımcı demokrası, küçük mavi gezegenimizin tüm değerlerinin savunulması da der. Kendisini böylece ifade eder. Yeşil/ekolojist olmakla yetinmez, yaşam savuncusu bir vatandaş hareketi olur.

Ekoloji hareketinin bugüne kadar önemli başarıları ve başarısızlıkları nelerdir?

Bu noktada ekoloji hareketi şunu başardı, bunu yapamadı diye olayları ve süreçleri sıralamak istemem. Zaten bunların çoğu kamuoyu tarafından da biliniyor. Fakat başarı hanesindeki en önemli husus, özellikle küresel iklim değişimi ve coronavirüs pandemi süreçleri de yaşandıktan sonra; doğal dengenin ve yaşamın, havanın, suyun ve toprağın, ortak bir geleceğe sahip olma güveninin, hepimiz için en önemli hazine olduğu gerçeğini tüm dünya halklarına kabul ettirilmiş olunmasıdır. Öyle ki, zenginlik biriktirmek ve kazançtan başka bir şey düşünmeyen bir avuç azınlık, bu anlamda tüm dünyada yalıtılmış durumda artık. Onların politikaları ve tercihleriyle, küçük mavi gezegenimizin bir geleceğinin olamayacağı ve kapitalizmin dünyanın sonunu getirdiği, geniş yığınlarca giderek daha fazla anlaşılıyor. Neoliberalizm çağında zaferini ilan eden ve yerküreyi dilediğince yönetebileceğini sananların, bugün ne kadar zavallı bir halde oldukları, sistemlerinin çürümüşlüğü ve çaresizliği her olayda, her geçen günde görülüyor.

Gelelim başarılamayanlara. Küresel anlamdaki bütün bu gerçeklere karşın, halklar bu cendereden kurtuluş için hala hepbirlikte değil de ülke bazında bir kurtuluşun peşinde olmaya devam etmek yönünde tercih kullanıyorlar. Halklar krizin tümüyle farkındalar  ama başka halkların felaketi sayesinde kendi kurtuluşlarını arama eğilimdeler hala. Bunun için de bir takım sahte çobanların peşinde koşmaya devam ediyorlar. Özetle, ozon tabakasının yırtıldığını, ayrı ayrı bundan ve cilt kanserinden kurtulamayacağımızı herkes biliyor artık. Okyanuslara ve denizlere daha fazla çöp ve plastik atık doldurarak temiz bir dünya sağlayamayacağımızı, aksine mikroplastiklerin balıklara ve sonra da bizim sofralarımıza kadar geldiğini de herkes biliyor. Fakat hala, başkalarına rağmen kazançlı çıkabileceğini düşünenler ve onları aldatan popülist politikacılar var dünyada. 7,8 milyar insanın önemli bir kısmı, bunların peşinden gidebiliyor zor zamanlarda. Şüphesiz zamanla bu da değişecek. Sabırlı olmamız gerekiyor.

Bir saptama daha yapmak istiyorum bu noktada. Batıdaki yeşil hareketin dişleri de biraz sökülmüş durumda maalesef. İleri kapitalist ülkelerin yeşil hareketleri, bizim gibi geri kalmış ülkelerin çevre sorunlarıyla pek o kadar ilgili değiller bu dönemde. Hatta umursamıyorlar bile. Kendi “adalarında”, ileri medeniyet topraklarında her şey güllük gülistanlık ise, bizlerin başında hangi dertler olduğuna dönüp bakmıyorlar bile. Biz bu gerçeği Eybek Dağı RES projesinde yaşadık mesela. Yüzde on payı olan yerli tabela şirketinden sonra yüzde doksanlık asıl sermaye sahiplerinden biri Fransız varlık şirketi, diğeri ise Kanadalı bir emeklilik fonu şirketiydi. Çok güzel bir metin hazırladık kendi dillerinde ve bu ülkelerin çevre kuruluşlarına, derneklerine, milletvekillerine yolladık. Sizin ülkelerinizde yapamadıklarını, bizim ormanlarımızın ortasında yapmaya kalkıyorlar, ormanımızı katledecekler, su kaynaklarımızı bozacaklar dedik bu mektupta. İnanır mısınız, bir tek geri dönüş bile olmadı bu ülkelerden! Kendi çıkarları daha baskın geldi. Aynı durumu “çevreci buzdolabı”, “çevreci klima” yalanlarında da görmek mümkün. Batılı ülkelerden sökülüp, modifiye edilip, yeni diye ve üstelik teşviklerle desteklenerek ülkemize getirilen RES ve termik santrallerde de görmek mümkün. Kendi ülkesinin nükleer atıklarını Afrika’ya depolamaya götürmeye kalkan trenlerin önüne yatıp hareket ettirmeyen eski kuşak batılı çevreciler nerede diye düşünmeden edemiyor insan.

Ülkemizde de haliyle, başarı konusunda aşağı yukarı dünyadaki durumla benzer şeyler yaşanıyor. Bazen biraz geriden gidiyoruz ama, günümüzde hava, su ve toprağın önemi bizde de kabullenilmiş durumda. Çevre konusunda artık “marjinal” diye adlandırılan kentli insanlar değil, başörtülü kadınlar, kasketli erkekler jandarmanın karşısında yere otuyor ve çekilmiyorlar gaza ve copa rağmen. Ekoloji mücadelesinin, her şeye “istemeyiz” diye yaklaşanlar tarafından yürütülmediğini; aksine yaşam alanını ve geleceğini savunan sıradan insanların mücadele ettiğini, yaşam savunucularının arkasında bazı yabancı güçlerin ve fonların değil, Anayasal koruma görevinin bulunduğunu, üstelik ekolojistlerin alternatif çözümleri de olduğunu herkes görüyor. Başaramadığımız konular ise çok. Yatırım yapmak ve para kazanmak isteyen yerli, yabancı şirketlere karşı; o alanda yaşayan vatandaşlarımızın da istekleri ve söz hakları olduğunu özellikle kırsal kesim insanına aktarabilmek hususu bunlardan birisi mesela. “Şirket geliyorsa, demek ki devlet de bunu istiyor, karşı çıkmayalım” anlayışını yıkmak, “şirketin hakkı varsa sizin de var, devlet tarafsız olmak zorunda” anlayışını hakim kılamamak eksiklik mesela.. Vatandaşlarımız gözden akıllı. Görünce anlıyor, idrak ediyorlar. Ancak başlarına geldikten sonra görüp anlamaları çoğu kez işe yaramıyor, fırsat kaçmış oluyor.. Ülkemizde de insanlarımız, ekoloji mücadelesinin bizatihi kendi geleceğine sahip çıkma anlamına geldiğini artık anlıyor. Fakat hak arama kıvamına gelmelerinde biraz eksik var. Elbette bu da, ülkedeki genel siyasi iklimle yakından alakalı bir durum. Kentsel yaşamın çarpıklığını, hızlı ve plansız şehirlerin durumunu bir kader gibi kabullenmek de mümkün değil. Buna karşı haklarını istemek zorunda insanlar. Zira bu çarpıklıklar nedeniyle birileri zenginlik biriktiriyorsa bu toplumda, işin nerede bozulduğunu da kavramak çok basit ve mümkün hale geliyor. Ayrıca toplumsal çıkar anlamında da başarısız kaldığımız işler var. Neoliberal dönemde örneğin, yoğun bir özelleştirme furyası başladı ve muhalefet partileri bile bunu alkışlarla karşıladılar. Su ticarileşti mesela ve herkes seyretti bunu. Vatandaş bir ABD filmi izliyor, orada adam evindeki musluğu çevirip bardağını dolduruyor ve afiyetle içiyor. Fakat bunu izleyen vatandaşımız “neden ben plastik damacanada veya pet şişede su alıp içmek zorunda kaldım?” diyemiyor. Enerji üretimi ve dağıtımı da özelleşti mesela, bir avuç insan dışında herkes bunu “normal” karşıladı. Şimdi koronavirüs günlerinde elektrik faturalarını gördükçe saçlarını başlarını yoluyor vatandaşlar. Bunca enerji teşviği biraz olsun vatandaşa yansımıyor nedense? Bunlar da başarısız taraflarımız. Gelişme, ilerleme deyip her çeşit kazığı koyuyorlar toplumun önüne maalesef.

Covid-19 pandemisi ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Pandemi, hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

İnsanın tarihinde yaşanan kimi trajedileri hatırlamamıza vesile oldu bu yeni dönem. Vaktiyle uzak diyarların altınlarını yağmalama tutkusuyla gemilerine binip Amerika kıtasına koşan eski sömürgeciler, kendi vücutlarında götürdükleri mikrop ve virüsleri oradaki halklara saçarak top ve tüfekle yaptıklarından çok daha fazla kıyıma sebep olmuşlardı. Şimdi ise insan türü, kendi türündekileri başka yöntemlerle sömürüyor ama diğer türlere karşı baskıcı, sömürücü, yok edici yaklaşımı hala devam ediyor. Bu durum ise ironik bir şekilde artık kendi başına bela oluyor. Covid-19 böyle bir felaket oldu. Aslında ekoloji hareketi, insan türünü böyle tehditlerin beklediğini çok daha önceden dile getirmişti. Zira bilime değer veren bir düşünce iklimi hakim yeşil/ ekoloji hareketinde. 1970’lerden bu yana insan türünü uyarma çerçevesinde söyledikleri de, ne yazık ki hep doğru çıktı. Ne yazık diyorum, zira bunlara kulak verilseydi, halklar bu anlamda taleplerini daha bütünlüklü olarak ve yüksek sesle dile getirseydi, karar verme mekanizmaları değiştirilseydi, bazı olumsuzlukları yaşamayabilirdi dünyamız. Bu virüs ve oluşan salgının öncelikle ekolojik dengenin bozulmasından kaynaklandığını tüm dünya kabul ediyor şimdi. Başka türlere yaşam alanı tanımazsak, o türler soframızın katığı haline gelirse, onlar da bizlerin vücudunu kendisine yeni yaşam alanı olarak seçmek zorunda kalabiliyor. Bunun sonuçları ise ölümcül oluyor. Birlikte yaşamak için evrim geçirmesi gerekiyor her iki türün ve bu uzun sürecin de ölümcül etkileri var. Dünyadaki hakim sistem bu trajik durumdan ders almazsa, başka türlerin yaşam alanlarına yapılan saldırılar sona ermezse, küremiz ısınmaya devam eder de kuzeydeki donmuş topraklar erimeye başlarsa, muhtemelen devamını da göreceğiz yeni virüslerin yaşamımıza girmesiyle ilgili felaketlerin. Zira salgınlar bölgesel olmaktan çıkıp, bir anda pandemi haline geliyor. Şimdi uçak yolculukları ile mikrop ve virüslerin yerküreye saçılması sadece birkaç saatte gerçekleşiyor. Ekosistemin neden çok dikkatle korunması gerektiğine dair mutlak bir kanıt oldu aslında Covid-19 pandemisi.

Fakat başka sonuçları da var pandemi sürecinin. Kapitalizm dünyayı yönetemiyor. Bu iyice belirgin hale geldi. Eşitsiz gelişim, pek çok coğrafyada insanları gıda yetersizliği nedeniyle vahşi yaşam alanlarına girmeye zorluyor. Türler bu anlamda karşı karşıya geliyor ve bunun sonuçarı bazen korkunç olabiliyor. Kapitalist sistem pandemiyi de yönetemedi, makul bir karşı koyuş da gerçekleştiremedi. İşin başında Çin, dünya halklarından bilgi sakladı. Sonrasında da küresel ve ortak bir müdafa hattı kurulamadı. En fazla “küreselleşme” kavramını kullananlar, “gemisini kurtaran kaptan” olma düşüncesine dönüverdiler hemen. Avrupa Birliği’nde bile sınırlar kapatılmadı mı? Kendi başının çaresine bakma durumu, başka ülkelerde de geçerli hale geldi. Sağlık hizmetlerindeki eşitsizlik çok net şekilde ortaya çıktı. Fabrikalar durunca küresel hava kirliliği de bir süre için azaldı hemen. Sorunun kaynağı böylece bir kez daha belirlenmiş oldu. Fakat diğer yandan sadece ekonomisi güçlü olan, gıda yeterliliği olan zengin ülkeler, önleyici karantina uygulamasında da başarılı oldular. Salgını yalıtıp, kontrol altına alabildiler. Gücü olmayan ülkeler ise bunu yapamadılar. Çalışmak zorunda olan kitleler, yoksullar, günlük kazanıp günlük harcayanlar ezildi bu pandemide. Giderek küçülen dünyada, üstelik muhtemel yeni felaketler de kapımızdayken, gelir adaletsizliğinin ne kadar yıkıcı olabileceğini herkes gördü. Üstelik yine birilerinin felaketi, başkalarının fırsatı oldu. İş ve ekmek aslanın ağzında iyice, çalışan kitleler pandemi sürecinde daha fazla sömürüldüler. Daha fazla borçlandırıldılar. Yarın aşı ve ilaç keşfedildiğinde de bu çark böyle işleyecek. Pandeminin varlığı, kısıtlamalar uygulamaya meyli olan çeşitli yönetimlere de pek çok yeni imkanlar tanıdı. Muhtemelen buna devam edecekler.

Ne yazık ki, ülkemizde Mart ayından bu yana pandeminin varlığı, ekoloji mücadelesinin önüne bir engel olarak dikilmiş durumda. Genel anlamda izlenen bir politika var bu konuda. Fakat yerel olarak maalesef bazı özel gayretler de var. Kimi alanlarda, toplantı ve gösteri gibi haklar serbestçe kullanılmaya devam edilirken, ekoloji mücadelesi alanında engellemeler yaşanıyor. Örneğin miting yasak sosyal mesafe nedeniyle ama ÇED sürecinde halkı aydınlatma toplantıları serbest. Halbuki toplumsal mücadele alanı, adı üzerinde toplumla birlikte realize edilecek bir konu, pandemi süreci anayasal hakları baskılamamalı . Maske, mesafe ve hijyene uyumlu olarak yapılacak toplantı ve gösterilere bir engel olmaması gerekir ya da yasak olacaksa herkese eşit uygulanmalı. Diğer yandan çevre sorunlarının yaratacağı ve halk sağlığı üzerinde etkili olacak bazı sonuçlar pandemiden hiç de aşağı kalmıyor aslında. Buna rağmen, farklı bir bakış açısı uygulanması anlamlı elbette. Pandemi, bazı yöneticiler tarafından bir fırsat olarak görülüyor. Fakat bu alandaki engelleme tarzı, bir genel kabullenme ile karşılanmıyor haliyle. Aksine yaratıcı yeni yöntemler bulunup çıkartılıyor ortaya. Bunların bir kısmı sahada uygulanıyor. Topluca kitap okuma, sosyal mesafeye uyarak pankart zinciri yapma gibi. Bunlar naif, çok kuvvetli mesajı olmayan ama döneme uygun protestolar. Dikkat çekme, “susmuyoruz” mesajı verme yöntemleri. Bir diğer alan ise sosyal medya elbette. Orada sosyal mesafe de yok, kampanya için izin prosedürü de. Gerçi bu yöntemlerle kamuoyu yaratma, vatandaşları ikna etme amacı realize olamıyor pek fazla. Ancak mevcut ekoloji muhalefetini mobilize etme, bir arada tutma amacına ulaşmak mümkün bu yolla. Sosyal medyayı tümüyle susturma yönünde bir politika izlenmezse, bu alandaki hareketliliğin daha yaratıcı yöntemlerle artacağını düşünüyorum. Üstelik görsel materyaller, yazıdan çok daha etkili oluyor.

Özetle dezavantajları bu anlamda avantaja çevirmek mümkün. Ancak sosyal medyayı kullanmayan, kırsal yereşimlerdeki nüfusa yönelik, tek sayfalık bir gazete çıkarmak, posta yoluyla dağıtmak gibi yöntemler de izlenebilir. Vaktiyle bu çerçevede  çıkartılan “köylü” gazeteleri vardı. Belki bu özel dönemde de, bu tür bir yayının faydası olacaktır. Pandemi süreci elbette önemli. Muhtemelen dünya, eski dünya olmayacak bundan böyle. Buna kimlerin ve neyin sebep olduğunu halka anlatmak, bu odakların yaptıklarının bedelini ödemedikleri gibi krizden de para kazanarak çıkmaktan yana manevralar peşinde olduklarını, bıkmadan anlatmak zorundayız.

Tamam evde kalalım, en azından sağlık çalışanlarımıza yardımcı olmak adına yapalım bunu ama doğa talanı yapanlar da evlerinde kalsınlar değil mi? Taşları bağlayıp, köpekleri salan bir ülke olmasın memleketimiz bu dönemde.” [Burada gittiği köyde kendisine saldıran köpekleri taş atıp uzaklaştırmak isteyen Hocanin fikrasina atif var. Buz tutan taşları yerden alamayınca bunu söyler. Anlamı savunma veya korunma hakkının sinırlanmasıdır.]

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekolojik sorunları –öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Hepimiz farkındayız ki, artık küresel kriz konusu, beslenme sorunu yaşayan, aç kalan kutup ayılarının  görüntüsüyle sunulmuyor medyada. Çünkü sorun artık, bize ulaşması mümkün olmayan çok uzaklar diyarlarda gerçekleşmiyor. Küresel iklim değişimi sorununu ülkemizin de her karışında yaşıyoruz. Sıcak ve kurak  kışlar ile ani ve yoğun sağanaklar yaşanan yazlar, daha önce görünmeyen hortum gibi doğal olayların hemen her yerde yaşanıyor olması, kara ve deniz ortamlarında görülen yabancı türlerin hızla artmakta oluşu gibi keskin değişimleri yaşıyoruz artık. “Bin kaynaklı İda” denilen Kazdağlarının eteklerinde bile susuzluk sorunu yaşanıyor günümüzde. Bölgemizde zeytin sineği, eskiden olduğundan bir ay kadar önce uyanıyor artık. Küresel iklim değişimi zeytin sineğinin de doğal ritmini değiştirdi. Haliyle zeytin tarımına zarar veriyor, rekolteyi düşürüyor. Buna karşı ya tepeden uçakla ilaçlama yapılıyor ki, bu önlem tarzı arıyı, suyu ve tüm canlıları da etkiliyor; ya da her ağaca bir sinek kapanı asmak zorunda kalıyor çifçiler. Yeni bir emek ve masraf demek bu yöntem de, maliyetleri artıyor. Özetle küresel ekolojik krizi artık fiilen yaşıyoruz hepimiz.

Ülkemizin en önemli ekolojik sorunları da bu duruma paralel olarak sıralanabilir. Sanırım en önemli olan sorun da, hızla su fakiri bir ülke olmaya doğru gitmekte oluşumuz ve kuraklık meselesi. Ülkemizin genel coğrafi ve iklimsel özellikleri hızla değişiyor. Durum buyken, bir de yaşam tarzımızı değiştirmeyerek arttırdığımız sorunlar var maalesef. Özellikle yer üstü ve yer altı su kaynaklarımızı kirletmemiz çok önemli. Derelerimizin, göl ve denizlerimizin durumu kötü. Hızlı ve çarpık kentleşme politikası, bizatihi çevre sorunları yaratıyor. Katı ve sıvı atıklarla ilgili politikalar havayı, suyu ve toprağı olağanüstü şekilde kirletiyor.  Maden politikası ve enerji politikası da, tarım ve orman alanlarımız üzerinde çok ciddi bir baskı yaratıyor. Küresel değişime rağmen, bu politikaların sürdürülmesi ve yapılan yanlışlar ise, hem yaşamı olumsuz yönde etkiliyor, hem de bu alanlardaki yanlışlara devam edilmesi küresel değişimi daha da kronik hale getiriyor. Birbirini tetikleyen bir çark bu. Böyle devam ederse, gıdaya ulaşma konusunda da çok ciddi sorunlar yaşanacak. İklim krizi dünyada ve ülkelerde eşitsizliği daha da arttıracak. Gelir piramidi iyice sivrilecek böylece. Kıtalar, bölgeler, ülkeler arasında göçler artacak. Bütün bunlar kaos ve sonrasında da bir barbarlık dönemi yaşanmasına sebep olacak durumlar aslında. Peki, çaresi yok mu? Elbette var. Yeni bir yaşam sistemi kurmak zorundayız. Örneğin bir bölgede termik santral kurup, taşıma kömürle enerji üretip, küllerini de çevreye yığıp, 20 yıl sonra bölgeden ayrılacak bir şirketin iyi para kazanmasının mı; yoksa o bölgedeki insanlara tarım ve hayvancılık konusunda destek olup hem üretmelerini ve hem de ülkeyi doyurmalarının sağlamanın mı daha rasyonel olduğuna dair, doğru kararlar  verecek bir sistem kurmamız gerekiyor. Çıkış burada.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/ olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Bu noktada ulusal değil, küresel bakmalıyız. Sermaye ve etkilediği karar mekanizmaları küresel bakıyorsa dünyaya, halklar da küresel bir karşı koyuş sergilemek zorunda. Söylemek istediğim, çok büyük ve uluslararası bir küresel direniş yaratmak kadar; her birimizin kentimizde, bölgemizde ve ülkemizde yaratacağımız değişimler ve kazanımlar ile küresel değişime katkıda bulunmaktır aynı zamanda. Sadece yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarı bir ekoloji mücadelesi olmalı. Amacımız ise çok basit ama o kadar da sağlam bir temele dayanmalı: yaşanacak bir dünya istemeliyiz. Paranın padişahlığı yerine; eşit, adil, barıştan yana ve sürdürülebilir bir yaşam. Sadece insan türü için de değil, gezegenimizdeki tüm canlılar ve onların milyonlarca yılda yarattığı bir büyük dengenin sürmesi için. Bu uyum elbette pek çok yara aldı ama kalanı kurtarmak ve sürekli kılmak da yaşamsal değer taşıyor şimdi. Genel perspektif böyle..

Ulusal bazda baktığımızda da çok farklı bir tablo çıkmıyor. Kalkınma denilen pek çok yatırımın, geleceğimizi karartma hakkı olmadığını daha yoğun bir şekilde anlatmamız gerekiyor. Bazen olduğu gibi bırakmanın, kirletmemenin, bozmamanın daha ekonomik olduğunu söylememiz gerek. Söylemenin ötesinde, fiilen örnek modeller yaratarak ortaya koymamız gerek. Maden değil, termik değil, asıl önemli olanın toprağı kirletmemek ve verimini arttırmak olduğunu anlatmalıyız. Su hakkının, madencinin kazancından daha önemli olduğunu anlatmamız lazım. Suyu kirleterek kaçınılan maliyetin yanında, sonradan temizlemek için yapılacak harcamaların kıyas kabul etmez büyüklükte olacağını anlatmamız lazım. Cehaletin bulduğu çözümün küresel maliyetinin çok büyük olduğunu, rasyonel aklın çözümlerine yönelmemiz gerektiğini anlatmak lazım. Ana politikalar bu yönde olmalı.

Organizasyonda ise, ülkemizdeki ekoloji hareketleri genel bir dayanışma paydası içinde olmalı. Bunun için, hiyerarşi içeren beraberlikler yerine, yerelde özgür ve inisiyatif sahibi, ama bölgesel ve ulusal dayanışmayı esnek bir beraberlikle sağlayacak organizasyonlar gerekiyor. Emir, kumanda değil, ikna ve dayanışma yöntemleri benimsenmeli. Yerel esas alınmalı, taşıma güçlerle mücadele yöntemlerinin kalıcı olamayacağı gerçeği görülmeli, akıl öğretmek yerine emek ve destek vermek esas olmalı. Hukuk alanında mücadele, dilekçe hakkı, gösteri hakkının kullanılması, kamuoyu yaratma faaliyetleri şüphesiz değerli. Seçilmiş ve atanmış yöneticilere baskı yapmak, belediye ve ulusal meclislere ulaşmak, milletvekillerinden ilgi ve yardım istemek, lobi faaliyetleri gibi alışılmış yöntemler de çok önemli. Fakat çok daha önemli olan esas konu vatandaşların ve aynı zamanda seçmen kitlesinin, organize bir güç haline getirilmesidir. Genel kamuoyu desteği ve baskısı, çevre sorunlarının çözülmesinin temel anahtarı olacaktır. Bu amaçla, ekoloji hareketinin de kendi içinde tutarlı, rekabet yerine yardımlaşmanın ilke alındığı, egoların törpülendiği bir alan olması gerekmektedir. Yapmamız ve yapmamamız gerekenler özetle böyle..

Peki durumumuz ne? Aslında güçlü bir ekoloji hereketi var ülkemizde. Bir araya gelince kuvvetli bir ses çıkartılıyor. Fakat çeşitli damarlar ortak bir kanalda toplanıp akmıyor daha. Bunu farketmek hiç de zor değil. Örneğin şu günlerde Meclis’te bazı “torba yasa” girişimleri vardı yine. İşçi sendikalarının ortak tavrı sonucunda, kıdem tazminatı ve emeklilik hakkı alanındaki bazı maddeler geri çekilmek zorunda kalındı değil mi? Ancak ekoloji hareketi, kendi alanındaki torba yasada bazı maddelerin geri çekilmesini sağlamakta aynı ölçüde başarılı olamadı. Tasarı, Meclis gündemine geldiğinde enerji konusundaki gerçeklerle toplum o denli harekete geçirilemedi. Mukayese değil tabii ki amacım. Yetersizlik, gücümüzü toplayamamaktan kaynaklanıyor. Çevre konusu, sadece emekleriyle geçinen insanlarımızı değil emeklileri de, sadece gençleri değil yaşlıları da, sadece kırsal alan nüfusunu değil kentte yaşayanları da etkiliyor ama biz bu devasa gücü layıkıyla harekete geçirmekten uzağız şu anda. “Ya açlık, ya çevre”, “ya sağlık, ya çevre”, “ya susuzluk, ya çevre” gerçeğini çok geniş kitlelere anlatamadığımız sürece, başarılı olmamız da zor. Kendi lokal sorunlarımız öne çıkıyor çoğu kez. Bir yerde termik, diğerinde HES; bir yerde metalik madencilik, diğerinde RES öne çıkıyor. Bunlar önemli şüphesiz. Her birimizi motive eden, mücadeleye çeken sebepler bunlar aslında. Fakat bizim hepbirlikte farklı bir yaşam hayali, ütopyası da ifade etmemiz lazım. Değişim olamayacağına koşullanmış, sahaya inmekten korkan, çekinen insanlara yeni bir umut sunmamız lazım.

Kendi zaaflarımız da var tabii. Mesela konu hakkında fikir oluşturmadan, tahlil etmeden, strateji çalışmadan yapılan, “hareket-bereket” mantıklı eylemler var. Sonuç alıyor mu bunlar? Hayır. İDK toplantısı mesela ayın 12’sinde sona eriyorken, ayın 14’ünde dağa taşa çıkıp “protesto” yapmış olmanın bir hümkü yok ki. İDK ilgilenmiyor bile bununla. Sadece “eylem” yapanlar içlerini soğutmuş oluyorlar. Mesela ekoloji mücadelesine yeni katılan pek çok kişi, işin miladını kendisiyle başlatmaktan sıkıntı duymuyor. Daha önce neler yapılmış, söylenmiş araştırmıyor bile. “Ben” diye başlıyor söze. Karadeniz sahil yolu mücadelesinin unutulmaz aktivisti Cihan Eren’i duymamış bile. Bergama mücadelesine, Büyük Anadolu Yürüyüşüne dönüp bakılmıyor bile. O insanları anmak, paye vermek anlamında söylemiyorum bunu. O deneylerden ders çıkartmak elbette çok daha önemli. Bakış açısı böyle olunca, vitrine çıkma, ön alma eğilimleri de artıyor maalesef. Detaya girmek istemiyorum şimdi. Fakat koca şirketlerle, hantal kamu gücüyle, yanlı olmayı esas alan politikalarla, ağır işleyen hukukla boğuşurken, doğrusu böyle saçmalıklar çok can sıkıcı oluyor. Falanca grubun yöntemi veya falanca kişi değil ki ekoloji mücadelesinde önemli olan. Odağımızdaki tek hususun toplumsal yarar ve hayatı reel anlamda değiştirmek olduğu, genel kabulümüz olmalı.

HESlerle başlayan süreci ekoloji hareketinin -bugün de devam eden- yeni bir evresi olarak tanımlıyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz? HESlerle başlayan dönüşüm öncekilerden nasıl ayrıştı, yeni olan ne idi, farklılıkları nelerdi?

Evet, bence HES’lerle mücadele süreci bir dönüm noktası oldu. Buna biraz daha geniş bir çerçeveden göz atalım. Önce işin “pazarlama” tarafına bakmamız lazım. Su ticarileşti, şişeye girdi ilk olarak. Sonra da sıra akarsulardan para kazanmaya geldi değil mi? Ülkemizde birden bire yüzlerce HES projesinin başlaması elbette bir tesadüf değildi. Zengin olmak için doğaya el atmak yüzyıllardır uygulanan bir yöntem kapitalist sistemde. Seçilmişlerin ülkemizde de bu yönde bazı “politik programları” var. Bu aslında bir tercih elbette. “Haydi yapalım!” diye ortaya çıkılmıyor, kapalı kapılar arkasında ince ince planlanıyor bu işler. Örneğin Karadeniz’de yüzlerce dere ve ırmak var. Bunlar yemyeşil ve başı karlı dağlardan doğuyor ve o yükseklikten hızla denize doğru iniyorlar. Kaynakları ile denize ulaşma noktaları arasında çok uzun mesafeler de bulunmuyor. Oldukça kısa ve hızlı debili ırmaklar bunlar. Üstelik büyük HES’ler ve barajlar kurabilecek araziler de yok o bölgede. O zaman “bu ırmakları küçük HES’ler kurarak değerlendirelim, enerji üretsin birileri burada ve  destek için de alım garantisi verelim” diye bir politik tercih çıktı ortaya. Yaptılar çağrıyı ve bir anda özellikle Karadeniz’de yüzlerce HES projesi oluştu. Nasıl oluşmasın ki? Örneğin vatandaşın biri küçücük bir bakkal dükkanı açmaya kalksa mahalle arası bir yerde, işini tutturmak ve para kazanmak gibi bir garantisi asla yoktur. O işin, ancak bakkalın konumu, bulundurduğu çeşitler, fiyat politikası, hizmet anlayışı ve olağanüstü özveriyle bir geleceği olabilir. HES öyle mi peki? Yatırım maliyetini göze alan her şirket, “alım garantisi” gibi olağanüstü bir teşvikle karşılanıyordu ve bu durumda HES yatırımları da hızla birbirini izledi haliyle. Tabii bu politikayı “enerjide maalesef dışa bağımlıyız, yerli ve milli enerji lazım bize” diyerek pazarladılar halka. Şirketlere sunulan ise “Paran var mı? Gel, yap yatırımını, alım garantisi ve fiyat istikrarı bizden, üret ve sat”, formülüydü. Bu nedenle de HES projelerinin sayısı Karadeniz’de bir anda patladı, hatta 800’e kadar çıktı. Türkiye genelinde HES projesi toplam 2.000 kadarken, bunun yüzde 40’ının Karadeniz’de toplanması çok önemliydi haliyle.

Sonra da bu işin yerel halk ve doğal çevre ile alakasına bakmak lazım. Dağ, orman, börtü böcek, ağaç ve çiçek, alabalık veya bakteri, her türlü canlı ve insan bu coğrafyada bin yıllardır ırmaklarla birlikte yaşarken; kalkınma ve enerji üretimi adına Ankara’da masa başında oturan birileri derelerin suyunu borulara tıkıp, dere yataklarını da ıssız bırakmaya kalkınca, haliyle bölgede homurtu ve direniş başladı. Su meselesi, maden falan gibi de değildi. Çok daha yaşamsal bir konuydu. Seçilmişlerin teşvikiyle bunca HES inşa etmeye kalkışınca sermayedarlar,  vatandaşların aklı almadı bunu. “Nasıl yani?” dediler. Kendilerine hiç sorulmadan bu işlere karar verilmiş olması onurlarını da yaraladı. Elbette sadece Karadeniz’de değildi HES’ler. Muş’tan Silopi’ye, Alakır’dan Akseki’ye, Bayburt’tan Bursa’ya tüm yurdu, her tarafı sardı HES çılgınlığı bir anda. Karadeniz en yoğun HES talebi olan yerdi. Neredeyse her dereye bir de değil, birkaç HES yapmaya kalktılar. Ülkemiz açısından değil sadece, dünyamız için de çok önemli olan ekolojik bölgelere, doğal sit alanlarına HES’ler yapmaya kalkışıldı. İktidarın HES teşviği ne kadar çok olduysa, halkın tepkisi de o kadar büyük oldu haliyle. “Su hayattır” demek yerine, “su paradır” demeye kalkınca birileri, iş koptu. Fakat sadece geniş bir alanı kapsamasıyla ayrışmadı HES protestoları. Artık Türkiye’de “çevreci” denilen bazı insanlar ile falanca köyün çaresiz insanları bir araya gelmiyordu. Bu kez koca bir bölge ve o bölgenin sıradan insanları, vatandaşlar topluca direniyordu merkezde alınan bir stratejik karara. Üstelik o merkezi yönetime güvenip de oy vermiş insanlardı  bunların büyük çoğunluğu. “Bizi düşünmeden, sedece enerji üretimini düşünerek, tek yönlü bir karar alamazsınız” diyen bu vatandaşlar, farklı siyasi eğilimlerde ve inançlarda olmalarına rağmen birlik oluyorlardı bu konuda. İş makinalarının yolu kesiliyor, köylerin kadınları mücadelede öne çıkıyor ve yüzlerce karşı dava açılıp, yüzlerce de iptal ya da durdurma kararı alınıyordu. Vatandaş Kazım Delal mesela, ineğini satıp davalar açtı bu konuda. Yeni dosyalar hazırladı şirketler, onlara da açtı davasını, direndi.. Bölgede HES konusuyla vatandaşta başlayan bu uyanış, nihayetinde Yeşil Yol’a karşı direnen Havva Bekar ananın, “Vali, Kaymakam kimdir? Ben halkım halk!” diye haykırmasına ve iş makinalarının önünden kalkmamasına kadar geldi dayandı. Büyük bir uyanıştı bu. “Bir iş yapıyorsanız, halkın çıkarları için yapın artık” diyordu yöre halkı. Özetle, ülkemizdeki HES furyası, ekoloji mücadelesinde yeni ve farklı bir kapı aralanmasına da vesile oldu. Öyle ki, Trabzonspor adına HES işine girmeye kalkınca yönetimdekiler, bölgedeki onbinlece taraftar bunu protesto etmekte bir an bile tereddüte düşmediler. Taraftarlık bir yana, yaşam hakkı başka yana. Bu kadar basitti tercihleri.

Fakat ülkemizde HES furyasını, başkaları da izledi maalesef. Ankara’dan planlanan ve pazarlanan RES’ler, JES’ler, maden ihaleleri, termikler falan derken, iş gelip eskimiş lastikleri ve plastik atıkları yakmaya kadar da dayandı. Etki-tepki meselesi bu. Artık vatandaşlar “bize bir yaşam alanı kalacak mı?” sorusunu hemen her bölgede, her ilde, her ilçede, her köyde sormaya başladılar.

Sizin de katkı verdiğiniz Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü Bergama süreci ile birlikte anarak bu yürüyüşe önem atfettiğinizi görüyoruz. Sizce bu yürüyüşün ekoloji hareketi içinde yeri nedir? Bazı ekoloji çevreleri, yürüyüşü organize eden oluşumların sermaye tarafından fonlandığı yönünde eleştiriler yapmıştı. Bu eleştiriler doğru ve yerinde mi idi? Eleştirilerin yürüyüşün başarılı/başarısız olması yolunda bir katkısı oldu mu?

Bunu da açalım biraz.. Evet bence önemliydi Büyük Anadolu Yürüyüşü. Şöyle düşünelim, doğaya saldırı konusunda çok doğru noktalar yakalanmıştı ve bu tam on yıl önce gerçekleştirildi. Doğa talanına dikkat çekmek içindi, barışçıydı ve çözüm için diyalog aramak, baskı oluşturmak amacıyla yapılmıştı. Var mı daha iyisini  yapabilen şu ana kadar? Yok.. Var mı, daha kapsamlısını organize eden? Yok.. O zaman daha soğukkanlı ve tutarlı eleştiriler hak ediyor Büyük Anadolu Yürüyüşü değil mi? Öncelikle doğaya ve canlı yaşama zarar veren tüm yatırımların durdurulması için ”Anadolu’yu vermeyeceğiz” sloganıyla düzenlenmişti ve ülkemizdeki tüm coğrafi bölgeleri de eşit düşünüyordu. 7 coğrafi bölge ve 7 yürüyüş kolunun anlamı buydu. Üstelik bu günlerde neler yaşayacağımızı, daha o zamandan işaret ediyordu. Arkasında bir “örgüt” yoktu, kendiliğinden bir hareketti. Sadece bir gönüllü halk hareketi olan bazı meclis ve inisiyatifler itici güç oldular. Dayanışma ve ikna ağırlıklı bir hareketti. Artvin, Muğla, İzmir, Trakya, Antakya, Hasankeyf ve Antalya’dan 2011 Nisan’ında gruplar yola çıkmaya başladılar ve “40 gün 40 gece” yürüyerek Mayıs ortasında Ankara’da buluşmayı hedeflediler. Develeriyle, eşekleriyle, at arabalarıyla ve yayan geliyordu bu insanlar. Tek ortak nokta, doğanın yağmalamasına karşı müşterek bir ses vermek ve yönetenler üzerinde demokratik bir baskı grubu oluşturmaktı. O zaman “yetti artık” denilmiyordu henüz, “yapmayın bunları, yanlış yoldasınız” deniliyordu. ”Su fakirliği sınırındaki ülkemizin bugüne kadar özgürce akan tüm nehirleri 49 yıllığına HES şirketlerine satıldı. Yazın kuruyan dereler de dahil olmak üzere sularımızın tamamı, alınır satılır ticari bir mal haline getiriliyor” deniliyordu. Az şey mi bu?  “Dağlarımız maden şirketleri tarafından parsellendi, delik deşik oyuluyor. Geleceğimiz, nükleer ve termik santrallerin tehdidi altında. Feryadımızı duyan yok. Binlerce yıldır ekip biçtiğimiz yerli tohumlar yok olmaya başladı. Ormanlarımız parça parça kesiliyor. Bu yıkım sonucunda, tüm insanlığın ortak mirası, dünyanın en eski yerleşim yerleri sular altında kalıyor. Sayısız hayvan ve bitki türünün nesli tükeniyor. İnsanımız, doğduğu bereketli topraklarda artık doyamıyor. Yalnızca bir avuç insanın menfaatini gözeten bu kapitalist düzen, doğayı, insanları ve kültürümüzü hiçe sayarak Anadolu’nun dört bir yanını işgal etmeye devam ediyor.” deniliyordu. Var mı bu sözlerde bir yanlış? ”Anlıyoruz ki, onların gözünde feryadımızın hiçbir değeri yok. Bu nedenle biz, Anadolu insanları, Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi kullanmaya karar verdik. Birleşiyoruz. Vicdan sahibi herkesle buluşarak, 7 ayrı koldan Anadolu’yu arşınlıyoruz ve nehirler gibi akarak Ankara’ya yürüyoruz. Geçmişe olan saygımız ve çocuklarımızın geleceği için, doğanın hakları ve yaşam hakkımız için yürüyoruz. Doğamızı ve yaşam alanlarımızı katleden projeler durdurulana kadar geri dönmüyoruz.” deniliyordu. Tamamen doğruydu tespitler. Ben bunda bir yanlış, taktik veya stratejik bir hata göremiyorum hala. Protesto edilen ise çıkartılmış olan yasalar ve yeni yasa tasarılarıydı nihayetinde.

Yürüyüş kolları 20 Mayıs’ta Ankara yakınında Gölbaşı’na ulaştılar. Amaçları buradan itibaren başkente birlikte yürümekti. Ancak güvenlik güçleri önlerini kesip yürümelerini engellediler. Yürüyüşçüler de orada çadır kurup, zor şartlar altında beklemeye başladılar. Fakat Ankara’nın güvenlik bürokrasisi, yakın bir zamanda gerçekleştirilmiş olan Tekel Direnişi nedeniyle yöneticilerinden ağır eleştiriler yemişlerdi ve Büyük Anadolu Yürüyüşü aktivistlerini Ankara’ya sokmama emri almışlardı. Bu nedenle Konya yolu 24. kilometrede konaklayan yürüyüşçülere türlü zorluklar çıkartıldı. Üstelik yürüyüşçüler bu noktada bir de kendi aralarında bölünme yaşadılar. Bir kısmı ODTÜ Vişnelik Tesisleri’ne geçerek orada kamp kurdular. Görüşmelerden ise sonuç alınamadı. Ankara Kurtuluş Parkı’nda ve Mülkiyeliler Birliği bahçesinde direniş çadırı kurma girişimleri de sonuç vermedi ve amacına ulaşamadan bu yürüyüş eylemi o noktada sönümlendi. Şimdi bu deneyimi eleştirmek gerekli mi? Elbette eleştirilmeli. Ancak ben o vakit Doğa Derneği ve TEMA üzerinden yöneltilen kimi eleştirleri haklı ve adil bulmuyorum. Bunca iyi niyet ve özveri ile kotarılan bir eyleme, “sermayenin kılık değiştirmiş hali” diyebilmek de çok zorlama bir eleştiriydi bence. “AB ilkelerine atıf var bazı cümlelerde” diye bu girişime kötü denilecekse, hala fon almak için çırpınıp işlerini yürütmeye çalışan bazı derneklere ne demek lazım? O tarihte, bu tür eleştirileri yöneltenler bugün neredeler ve ne yapıyolar acaba? Bu karalama girişimleri asla doğru değildi. Ben kendi adıma, o yürüyüşü manipüle etmeye kalkan birilerini görmedim. Üstelik o yürüyüşe katılan, destek veren insanların neler çektiğini yakından gören biri olarak da bu çarpık eleştirilere tebessüm bile edemiyorum. Bu eleştiriler asla yapıcı da olamadı. Sadece kafa karıştırdı ve Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü hala bu laflarla birlikte anmak bile çok gereksiz bence. Özetle, farklı sonuçlara karşı farklı mücadele tarzları belirlemeden yola çıkan iyi niyetli insanlar, işler sarpa sarınca “taraf” haline gelerek günah keçisi aramaya başlamamalı. “Sonuç olumsuz, o vakit birilerine yıkılmalı bu başarısızlık” demek ne kadar yanlış. Bir küçük burjuva alışkanlığı bu. İyi niyetli ve özveriyle kotarılan, güzergahta her çevre direnişine ziyaretler yapılan, hem öğrenilen ve hem de öğretilen bir uzun yürüyüş gerçekleştirmiş olmak önemlidir bence.

Peki hiç mi hata yoktu? Elbette vardı. Öncelikle en başından “bölgecilik” yapmaya kalkışan birileri çıktı ve haliyle çok can sıkıcı oldu bu durum. “Onlar varsa, biz yokuz” tavrı zaten ne zaman faydalı oldu ki? Şu coğrafyada hep birlikte yaşıyoruz ve zaten yeteri kadar düşmanlık ve bölünme de var ortada. Bunları arttırmanın hiç gereği de yok.. Sonra yürüyüşün kısa ve uzun vadeli stratejisi de yoktu maalesef. Bu olmazsa böyle yaparız, ya da en azından falanca yolu deneriz gibi. Bu hedefler olmayınca, güvenlik bürokrasisinin kaygıları esas oldu sonucu belirlemede. “Şehre sokmadık amirim” tarzı etkili oldu. Halbuki bazı milletvekillerini davet ederek, bazı yürüyüş temsilcilerini onlarla birlikte Meclis’e veya bir bakana, sorumlu kişilere göndermek, Meclis önünde basın toplantısı yapmak daha uygun bir final olabilirdi. Yine de, İzmir koluna zaman zaman yoldayken ve bekleme sürecinde de Gölbaşı’nda kamptayken katıldığım bu yürüyüşü, önemli bir deney olarak niteliyorum. Keskin sirke olmaya gerek yok. O tarihte gerçekleştirilen bu eylem kıymetliydi ve HES yapılan yerde doğal hayat, tarım ve geleneksel yaşam kalmayacağı da açıkça söyleniyordu. Zaman, bu görüşleri  doğruladı elbette. Aradan geçen yıllar, kurulan HES’lere rağmen enerji üretiminin canlanmadığını da gösterdi halka. Kaç lira ödemek zorunda kaldınız son elektrik faturanızda? HES’ler sadece birilerini zengin etti, kurulduğu bölgeleri de aşikar bir şekilde mahvetti. Halka bir yararı da olmadı. Özeti budur.

Yaşanmış deneyler, kendi döneminde ve şartlarında, kendi dinamikleriyle birlikte değerlendirilmeli. Gereken dersler çıkartılmalı. Birikimin, geleneğe dönüşmesi için de zorunlu olan budur sanırım.

“Siyasallaşmaya mutlak anlamda parti kurma modeli olarak da bakmamak lazım” diyorsunuz. Nasıl bir model öneriniz var biraz daha açar mısınız? Bu bağlamda bireysel olarak mücadele alanınızı yerele ağırlık verecek şekilde daralttığınızı ifade ediyorsunuz. Bu tavrınızı; “Ulusal değil küresel bakmalıyız?” saptamanızla nasıl bütünleştiriyorsunuz? “Taşıma güçlerle mücadele yöntemlerinin kalıcı olamayacağı gerçeği” diyorsunuz bu bakış açısı ekoloji hareketinin bütünselliği açısından sorunlu bir bakış açısı değil mi?

“Siyaset Bilimi” okudum ben üniversitede. Siyasi partilerin, birbirinden değerli ve güzel arkadaşları bir araya getirmek için kurulmadığını, partilerde yegane amacın “iktidar” olduğunu gayet iyi biliyorum. O nedenle, iktidar olmayı düşlemeyen, “henüz hazır değiliz” diyen kadroların partileşmesi her zaman sorunlu gelmiştir bana. Ahbap kulübü değildir siyasi partiler. “Canım siyasette bir de yeşil renk olsun, hatta iki-üç tane olsun” demeye sıcak bakmıyorum bu yüzden. Bence konunun özü budur siyaset alanında.

Tabi bir de ulusal konjonktür konusu var. Şimdilerde fırsatçı politikacılar, üstelik suni bölünmeler bile kotararak, “partileşmek” peşindeler. Neden? Çünkü yüzde 51 konusu var yeni sistemde. Yani 0.5 bile çok önemli olacak muhtemel ilk seçimde. O nedenle, oy potansiyeli çok az olsa bile, pazarlık masasına oturmaya niyetlenen siyaset bezirganları türedi ülkemizde. Tarihsel sürecin kötü bir şakası bu tipler. İlk fırsatta da siyaset sahnesinden yok olacaklar elbette. Geçmiş bu gibilerle dolu. Ama bugün fırsatçılık yaparak kendilerine bir alan açmaya, hiç olmazsa bir dönem vekil olmaya kalkacaklar elbette. Maalesef böyle bir süreç yaşanıyor. Ekoloji hareketi, böyle bir sürecin sıradan bir figürü olarak, şimdiki partileşme furyasında anılmamalı bile bence. Zamanlama önemli.

Diğer yandan, ülkemizde “yaşamı savunma” diye adlandırabileceğimiz bir zorunluluk var şu anda. Kendisini yaşam savunucusu gören tüm vatandaşların, küçük mavi gezegenimizin geleceği için, çevre sorunları için, doğa talanına karşı koyabilmek için, kadın hakları için, çocuklar için, hayvanlar için, emeğin baskı altına alınması ve sömürüsüne karşı durmak için, barış için, demokrasi için, özgürlükler ve adalet için, fırsat eşitliği ve hukukun üstünlüğü için seslerini olabildiğince yükselterek çıkartmaları şimdi çok daha önemli. Bir yarınımızın olabilmesi için, bunların hepsi şart bugün.. O vakit, hepimizin kendi yaşam alanımızda ve ulusal ölçekte bu ilkeler çerçevesinde siyaseti zorlamamız bence çok daha önemli. Bugün ülkede çok daha büyük bir payda yaratmamız gerektiğine inanıyorum. Bunun için, mevcut partilere veya ittifak bloklarına “şu beklentilerimizi hayat geçirirsen sizi destekleriz” demek de bir yoldur. Sorunlu olmaması için, “söz verdiklerinizden cayarsanız, yaptırımlarımız da şunlardır” diyebilmek de bir o kadar önemli elbette. Siyaset mutabakatı yapmak, yazılı belgeye imza almak, koşullu destek vermek gibi yöntemleri düşünmek gerekli bu nedenle.

Şimdi hem yerel ağırlıklı çalışıp, hem de bu geniş çerçeveden bakabiliyorsanız, aslında mücadele alanınızı daraltmış olmuyorsunuz. Küresel bakmak, çalışma alanını yerel olarak seçmeye de engel değil bence. Yereli çok iyi tanımak ve bu alanda mücadele etmek de önemli. İnanın, ulusal Meclis’te bir yasanın çıkmaması için mücadele etmek kadar, yerelde de bir hastane için yapılan yer seçiminin fay hatları nedeniyle yanlış olduğunu söylemek ve yargıya götürmek de çok değerli. Kamusal imkanlarımız doğru zamanda, doğru yerlere harcanmalı, çarçur edilecek parası yok bu ülkenin. Kamucu düşünmek her yerde,  her alanda mümkün. Siyasi partiler bile yapamıyorsa bunu siz yapacaksınız mecburen. Üstelik yerel veya ulusal diye ayırmamak önemli, biri diğerine engel değil ki.. İkisi bir arada olabilir. Küresel bakarak, ulusal ve yerel politika belirleyebilirsiniz. Bu tercih biraz da kişisel imkanlarla sınırlı elbette. Zaman ve mali imkanlar gibi mesela. Edremit’te yaşayıp Balıkesir’e, Körfez bölgesine, ülkeye ve gezegene ahkam kesmenin de anlamı yok ayrıca. Benim tercihim biraz da had bilmekle alakalı. Yerelde, kirlilikleri taşıyan bir kanal olmaktan kurtardığınız bir dere, döküldüğü körfezi, o körfezin bağlı olduğu denizi ve gezegenin tüm su varlığını da etkiliyorsa, bu büyük mücadelenin işleyen bir parçası olabildiğinizin kanıtıdır. Şüphesiz bu mücadelenin diğer dereleri ve su alanlarını da kapsaması gerektiğini bilmek kaydıyla. “Ben dünyayı değiştirdim” değil de “ben dünyanın değişmesine katkı koyuyorum” dersiniz. Yerel ile bölgesel, ulusal ile küresel artık içiçe günümüzde. Kuzey Afrika’daki çöl tozlarının binlerce kilometre yol katedip ülkemizde görülmesini bir meteorolojik olgu olarak kabul eden vatandaşların, sadece 20 kilometre ötemizdeki termik santralin külüne ve dumanına aldırmaması, 15 kilometre ötedeki altın madeninin siyanürüne kulak kabartmaması, işlettiği açık ocak madeni terk edip giden şirkete dönüp bakmaması mümkün mü? Bu ne kadar akıl dışıysa, yerel mücadelelerin birleşerek küresel mücadeleye katkı verdiğini farketmemek de aynı cümledendir bence. Bu anlamda, alan daraltmak söz konusu değil, bir büyük mücadelenin küçük parçası olmayı ve bütünü görerek yerelde çabalamayı bilmek gerek. Bu değerli bir şey. Günümüzde sadece bir madenden diğerine koşmak, kırsal alanda çabalamak da yetmiyor. Kentsel alanın da büyük ekolojik sorunları var değil mi? O nedenle, nerede yaşıyorsanız orayı savunmakla başlanmalı işe.

 “Taşıma güç” konusuna gelirsek.. Çoğu kez, ekoloji alanında mücadele eden sınırlı sayıdaki insanın varlığı bir realite ve bunun dayattığı bir zorunluluk nedeniyle, alan dışına da kaymamız, dayanışmaya veya desteğe gitmemiz elbette önemli bir konu. Benim kastettiğim de bu durum değil haliyle. Söylemek istediğim farklı bir şey. Ekoloji alanında, yerel mücadeleye destek olmakla başlıyor işler. Ya bir köyün insanları gelip sizi buluyor, ya da siz gidip orada yapılacak işin ne kadar farkında olduklarını sormakla başlıyorsunuz.  Mücadele böyle başlıyor. Ya bir mahallenin halkı gelip size  dert yanıyor, şikayet ediyor ve oradan başlıyor işler. Fakat giderek o mücadelenin yerel unsurlara bırakılması, emanet edilmesi de gerekiyor. “Ben yönlendiririm” demek bence asıl sorunlu olan yaklaşım. Sürekli dışardan gidilerek, o yerelde çevre mücadelesi verilemez ki. Hukuk mücadelesi verilebilir, konu canlı tutulabilir, kamuoyu yaratılabilir elbette. Denenmişi tekrar denemek zorunda kalmasınlar, deneyip yanılarak öğrenmek zorunda kalmasınlar diye bakmak lazım. Fakat gelişmelere hakim olabilmek ve anında strateji oluşturabilmek için de, o damarı tutuyor olmak, orada yaşamak gerekli. Bu çok önemli. Yerel mücadeleye yardımcı olmayı bırakmadan, o vatandaşları yetiştirmek, geliştirmek ve bağımsız tavır üretmelerine fırsat yaratmak gerekiyor. Dernek mi olur, platform mu, mahalle meclisi mi, hepsi şartlara göre ortaya çıkar zaten. O insanları yalnız bırakmak ne kadar yanlışsa, onları sürekli yönetme gayreti içinde olmak, gütmek de o kadar yanlış. Onlara saygı duymak gerekiyor. Kıstas şu olmalı bence, mücadele etmeye iradesi olmayanlar için fedailik yapmanın da, uzaktan yönetmeye kalkmanın da bir kazancı olmuyor. “Ekoloji mücadelesi bütünselliğini bozmasın” demek kadar, yaşam alanımızda hayatı değiştirmeyi de hedef almalıyız. Süreklilik arz eden bir organizasyon olabilmek için, önce karşılaşılan bazı cari sorunları çözmeniz, halletmeniz gerekiyor; sonra da bu güvenle yaşamı değiştirmeye, ekolojik bir yaşam kurmaya aday olmanız gerekiyor. O zaman bir çekim merkezi de oluyorsunuz. Vatandaşlar artık geleneksel kurumların değil de sizin kapınızı çalmaya başlıyor. Sizden yardım istiyor, derdine çare bekliyor. Yoksa bir dava kazandık, bir madeni engelledik diyerek yaşam değişmiyor. Başka bir dosya açılıyor, başka bir şirket geliyor, arkadan dolaşıyorlar. Bunlar olacak, hukuk mücadelesi, pretosto hakkı, kamuoyu etkileme vb.. Fakat önemli olan tercihleri, politik programları oyalamak, zamana karşı yarışmak değil; tümüyle yaşamı değiştirmek olmalı. Yaşamı güzelleştirmek ve değiştirmek için, sistemi değiştirmek gerekiyor. Hiçbir taşıma güç yapamaz bunu. Ancak o coğrafyanın yurttaşı istemeli ve göze almalı bu işi.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Yukarıdaki cümleden devam edeyim. Kimseye akıl öğretmiyoruz ekoloji mücadelesinde. Fakat birikimlerimizi paylaşıyoruz elbette. Dava dosyalarımız ve arşivimiz tüm çevre kuruluşlarına açık. İzlediğimiz herhangi bir yolu, başkalarının yolunu kısaltmak için paylaşmak esastır bizim için. Hiç kimseye karşı yönlendirici olmak, tahakküm kurmak gibi bir tarzımız yok haliyle. Ancak hiç kimsenin, grubun veya siyasi partilerin arka bahçesi olmaya da niyetimiz yok. Bağımsız, kamu çıkarını esas alan, herkese eşit mesafede duran, vatandaş için bir çevre hareketi olmaya çalışıyoruz.

Bugün aktif olarak hangi çalışmalar içerisindesiniz?

Ben Balıkesir ilimizin Edremit ilçesinde yaşıyorum. İlçemizde bazı derneklerin birliğiyle oluşturulan Edremit Çevre Platformu EDÇEP’de çalışıyorum. Önceliğimiz kendi ilçemiz, Edremit Körfezi, körfezdeki komşu ilçeler, komşu iller, Kazdağları bölgemiz ve sonra da ulaşabildiğimiz tüm ülke sathı. Tabii bunları elimizden geldiği kadarıyla, maddi ve manevi gücümüz kadarıyla yapabiliyoruz. Her yere ve her mücadele sahasına yetişebilme şansımız yok ne yazık ki. Ancak yerelde mücadele etmek, bütünü görmemize engel değil elbette. Kendi yaşam alanımızda gerçekleştireceğimiz her kazanımın, nihayetinde bölgemize, ülkemize ve tüm dünyaya da katkısı olacağı gerçeğinin farkındayız. Bütün içinde, kendi lokal gerçeklerimizi idrak ediyoruz. Bu gezegen ortak evimiz, tüm insanlar ve diğer türler de yaşam alanımızı paylaştığımız kardeşlerimiz.

Kendi yaşam alanımız olan ilçemizde, faaliyetine son vermiş olan bir Molibden maden sahasının rehabilite edilmesi için, Eybek Dağı’nda inşa edilmek istenen RES projesinin engellenmesi için, Edremit Körfezi’nin kirliliğinin kalıcı olarak giderilmesi için, derelerimizdeki kirlilik kaynaklarının kalıcı olarak önlenmesi için, katı ve sıvı atıkların çevresel etkilerinin ortadan kaldırılması için ve hızlı-çarpık kentleşmenin yarattığı çevre kirliliklerinin önlenmesi için mücadelemiz devam ediyor. Ekoloji Birliği’nin de üyesiyiz.

Bölgemizde ise yoğun şekilde metalik madencilik projeleri, termik santral ve doğa talanı anlamı taşıyan başka projeler var. Elimizden geldiği kadarıyla bunlara karşı mücadele eden yerel çevre kuruluşlarına dayanışma gösteriyoruz. Esas olan, o kuruluşların talebi ve mücadele yöntemleri elbette. Biz sadece destek oluyoruz.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

1957 doğumluyum. Mülkiye mezunuyum. Özel kesim çalışanı oldum hayatımı kazanmak için. 2005’den bu yana da emekliyim artık. Uzun yıllar dağcılık ve doğa sporları yaptım. İzmir’deki yaşamımda EGEÇEP ile Gaziemir nükleer atık mücadelesine ve TURÇEP’in Turgutlu nikel madeni mücadelesine destek oldum. Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün çeşitli aşamalarına katıldım. Edremit’e göçtükten sonraki dönemde ise Kazdağı Koruma Derneği’yle çalıştım. 2017’den itibaren, daha lokal çalışmayı tercih ettiğim için EDÇEP yapılanması içinde yer aldım. Halen EDÇEP’in sözcüsü ve aktivisti olarak ekoloji mücadelesine katkıda bulunmaya çalışıyorum.


Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın