‘Ekoloji Hareketleri Afet Platformu’ (Eko Afet Platformu) Kahramanmaraş Depreminin neden bu kadar yıkıcı olduğu konusunu Doktor Öğretim Üyesi Çiğdem Şahin’e sordu. Konuyu günümüz Neo-liberal Kır/Kent Politikaları kapsamında değerlendiren Şahin, sürece ilişkin temel özellikleri ve dönüşüm sürecini genel okurun anlayabileceği bir sadelikte Yeşil Direniş’te ele aldı. Bu ufuk açıcı metin yaşanan sürecin anlaşılmasına önemli bir katkı sunuyor.
Öne çıkan başlıklardan sonra metnin tamamını okuyabilirsiniz:
“Daha önceki sistemde (Fordist Birikim Sisteminde) Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ‘Sanayi Odaklı’ bir birikim modeli ve İşçi sınıfının taleplerinin / beklentilerin önemli ölçüde dikkate alındığı bir ‘Kent Planlaması’ ve ‘Sosyal Haklar’ temelinde düzenlenmiş bir ‘Hukuk Sistemi’ hakimdi.”
“Kentlerde Kamu binaları, kamusal alanlar, örneğin devlet okulları, devlet hastaneleri, kamusal dinlence / eğlence yerleri, kamu İktisadi teşebbüsleri tüm bunlar kentin en güzel en gözde yerlerinde bol miktarda bulunmaktaydı. Yeşil alanlar, parklar, ormanlar, korular, halka açık alanlardı ve genellikle işçi sınıfının sosyalleştiği, dinlendiği yerlerdi buralar”.
“Kente müdahalede ‘Planlama’ ve ‘Bütüncül’ yaklaşım çok önemliydi. Ve bu müdahalelerde ‘Kamusal yarar’ ve ‘Ulusal çıkar’ her şeyin üstünde tutuluyordu.”
“Sağlıklı bir toplum ve toplumsal hafızanın korunmasına yönelik olarak, yeşil alanlar, ormanlar, tarım arazileri, su havzaları, tarihi ve kültürel miras alanları yasalarla korunuyor; uygulamada da birtakım denetim mekanizmaları ve korumacı kurum ve kurullar tarafından sistemin sağlıklı işleyip işlemediği sıkı şekilde denetleniyordu”
“Kent planlaması için Şehir Planlama Odası, Mimarlar Odası gibi Meslek odaları önemli yetkilerle donatılmışlardı ve bunlar Kente herhangi bir yanlış müdahalede gerekli tedbirleri alma gücüne ve yetkisine sahiplerdi. Diğer denetim mekanizmaları olan Basın, Yargı ve Tarafsız Bilimsel Kuruluşlar, özellikle Üniversiteler, denetim görevlerini kısıtlanmadan yapabiliyor, kurallara uymayanlara yaptırımlar uygulanabiliyordu...”
“Tüm bu korumacı yasalar, koruma kurulları, bağımsız denetim, tarafsız basın ve yargı sistemi yaşanan Neo-liberal süreçte sistemin hakimlerinin, özellikle de müteahhitlerin işine gelmedi. Çünkü onların tek isteği Kente rahatça müdahale edebilmek, Ranta değer gördükleri her yere rahatça girebilmek, gerekirse oralara ‘Kamulaştırma’ yoluyla el koyabilmek, hiçbir ciddi engelle karşılaşmadan ucuz arsalara ulaşıp inşaat yapabilmekti.”
“Müteahhitlerin kamusal yarar veya ulusal çıkarlara rağmen istedikleri projeleri sorunsuz / engelsiz hayata geçirebilmeleri ve istedikleri düzeyde yüksek karlar elde edebilmeleri için mevcut denetim sisteminin ve ülkedeki ‘korumacı’ yaklaşımın tamamen değişmesi gerekiyordu. Böylece son 20 yılda Türkiye’de, Neo-liberal Kır / Kent Politikaları aracılığıyla, mevcut sistem inşaat sermayesi ve müteahhitlerin lehine adım adım bu beklentilere cevap vermek üzere değiştirildi.”
“Eski katı korumacı yaklaşımın esnekleştirilmesi ve sistemin ‘denetimsiz’ tamamen ranta uygun şekilde işler hale getirilmesi için önce korumacı yasaların yerine daha esnek yasalar çıkarıldı; ardından koruma kurulları ve denetleyici kurumların yetkileri kısıtlanarak bunlar işlevsiz hale getirildi.”
“Örneğin daha önce 2863 numaralı Tabiat ve Doğal varlıkları koruma yasası ile korunan tarihi alanlar için, ‘5366 Yenileme Yasası’ çıkarılarak, Bakanlar Kurulu tarafından ‘Yenileme kararı’ alınan tarihi alanlarda 2863’ün hükmü tamamen kaldırıldı ve yerine tarihi alanları imar ve inşaata açan 5366 geçerli sayıldı. Yine sıkı denetim yapması ile ünlü ‘Anıtlar Kurulu’nun yenileme alanlarındaki denetim yetkisi elinden alındı, yerine daha esnek, sistemin ürettiği projelerin kolayca onaylanmasının önünü açan ‘Yenileme Kurulları’ yetkilendirildi.”
“Yenileme Kurullarını atayan aynı irade aynı zamanda bu kurulların denetiminden geçecek projelerin de sahipleriydiler. Yani sistem kendi oluşturduğu kurullara kendini denetletir hale gelmişti. Böylece gerçek denetim ortadan kaldırılmış ‘denetliyormuş’ gibi yapan paralel, birtakım sözde denetim kurum ve kurulları sisteme hakim kılınmıştı.”
“Yine bağımsız denetim yapan Mimarlar Odası, Şehir Plancıları odası gibi Meslek Örgütleri ve diğer bağımsız kuruluşların hem yetkileri hem gelir kaynakları kısıtlanmış, bunlar denetim dışında bırakılmışlardır. Bağımsız / tarafsız basın, yargı kalmamış, Üniversiteler iktidarın bilimini üretir hale gelmişlerdir.“
“Ülkede İnşaat Sektörü ve Müteahhitlerin önünde artık hiçbir engel, denetim gücü, korumacı politikalar, kurullar, kurumlar kalmamıştır. İnşaat Firmaları ve sistemin prensleri müteahhitler tamamen dokunulmazlık zırhı ile kuşatılmışlardır.“
KAHRAMANMARAŞ DEPREMİ NEDEN BU KADAR YIKICIYDI?
DEPREM Mİ DENETİMSİZLİK Mİ?!
TÜRKİYE’NİN DEPREM GERÇEĞİ
Türkiye’nin yenilenen deprem haritası
Topraklarının neredeyse dörtte üçü 1. ve 2. derece deprem kuşağı içerisinde yer alan Türkiye, bu özelliğiyle dünyada depremlerden etkilenen ülkeler arasında da en ön sıralarda yer almaktadır. TMMOB Bursa İl Koordinasyon Kurulu’nun 17 Ağustos ‘Marmara Depremi’ni anma gününde yaptığı 17 Ağustos 2015 tarihli Basın Açıklamasında yer verdiği istatistiklere göre Türkiye topraklarının yaklaşık yüzde 66`sı 1. ve 2. derecede deprem bölgesinde yer almakta, nüfusu bir milyonun üzerindeki 11 büyük kent, ülke nüfusunun ise yüzde 70`i ve büyük sanayi tesislerinin yüzde 75`i deprem tehlikesi altında bulunmaktadır. Türkiye’de 1900`lü yılların başından Marmara depremine kadar otuza yakın büyük ölçekli deprem meydana gelmiş ve resmi kayıtlara göre 100 bin civarında insan hayatını kaybetmiştir. Örneğin “17 Ağustos 1999 günü saat 03:02`de merkezi Kocaeli-Gölcük olan, endüstrinin ve nüfus yoğunluğunun en yoğun olduğu Marmara Bölgesinde meydana gelen Richter ölçeğine göre 7.4 büyüklüğündeki deprem yaklaşık, 17.479 yurttaşımızın ölümüne, 45.953 yurttaşımızın yaralanmasına, 244.383 konutun hasara uğramasına, 25-30 Milyar Dolar zararın meydana gelmesine neden olmuştur” (17.08.2015; TMMOB Bursa İl Koordinasyon Kurulu Basın Açıklaması).
Yine Türkiye’nin yaşadığı bir başka büyük afet olan 23 Ekim 2011tarihli ‘Van Depremi’ saat 13.41’de Van’ın kuzeyinde Tabanlı köyü merkezinde 7,2 büyüklüğünde gerçekleşmiştir. Türkiye’de o güne kadar meydana gelen depremler arasında büyüklük açısından son 110 yılın en büyük depremlerinden biri sayılan bu deprem, yol açtığı ölümler açısından ise geçtiğimiz yirmi yılın en çok ölüme sebep olan dördüncü depremi olarak anılmaktadır. Etkilenen insan sayısı göz önüne alındığında ise, son çeyrek asırda etkisi en yüksek hissedilen üç depremden biri olarak değerlendirilmektedir. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı tarafından “bu depremde hayatını kaybeden kişi sayısı 604, yaralanan kişi sayısı 2000’in üzerinde, enkazdan sağ çıkan kişi sayısı ise 222” olarak açıklanmıştır. TTB’nin Van Depremi konusunda yayınladığı 2011 deprem Raporuna göre: “Depremde en büyük hasar Erciş ilçesinde verilmiştir, toplam 65 binanın tümü çökmüştür. Şehir merkezinde çok sayıda bina ciddi biçimde hasar görmüştür ve oturulamayacak durumdadır. Deprem ayrıca Erzurum, Ağrı, Mardin, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Iğdır, Kars, Batman, Siirt illeri ve ilçelerinde hissedilmiştir. Tabanlı, Güvençli, Gedikbulak, Yaylıyaka, Halkalı, Göllü, Yeşilsu, Alaköy gibi köylerde çok sayıda evde ağır hasar meydana gelmiş ve ölümlerden 25’i köylerde gerçekleşmiştir” (Aralık 2011 TTB Raporu).
Marmara depremine kadar Türkiye’de ortaya çıkan tüm depremlerde toplam ölen insan sayısı yaklaşık 100 bin kişi olmuştur. Oysa ‘BBS News Türkçe’ haber sitesinin 20 Mart 2023 tarihli yayınında, AFAD Başkanı Yunus Sezer’in açıkladığı son rakam 20 Mart itibarıyla 50 bin 96’yı bulmuştur. Yani o güne kadar Türkiye’de gerçekleşen tüm depremlerin toplamında ölen insan sayısının yarısı sadece Kahramanmaraş depreminde kaybedilmiştir (20 Mart 2023, Yunus Sezer: BBC News Türkçe ). Bu sayı daha önce Türkiye’de en çok can kaybına neden olan 7.9 büyüklüğündeki Erzincan Depremi’nde hayatını kaybeden 32 bin 968 kişinin de üzerindedir (14 Şubat 2023; Birgün Gazetesi). Yine TC Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın ‘2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu’na göre son Kahramanmaraş merkezli iki depremin yol açtığı hasar, yani bu depremin toplam maliyeti de, daha önceki tüm depremlerin toplamının kat kat üstünde gerçekleşmiştir (199.5 Milyar TL /103,6 Milyar Dolar). Bu rakam Neredeyse Türkiye’nin ‘2023 yılı Milli Gelirinin yüzde 9’una denk gelmektedir. Söz konusu raporda açıklanan verilerin detayları ise aşağıdadır: “Depremin Türkiye ekonomisi üzerindeki toplam yükün içerisinde en önemli bileşenini yüzde 54.9 oranıyla konut hasarı oluşturmaktadır (1073.9 Milyar TL/56.9 Milyar Dolar). İkinci ağırlıklı hasar kalemi ise kamu altyapısı ve hizmet binalarındaki yıkımdan oluşmaktadır (242.5 Milyar TL / 12.9 Milyar Dolar). Konut hariç özel kesim hasarı ise (222.4 Milyar TL/11.8 Milyar Dolar) diğer bir ağırlıklı hasar kalemi olarak tahmin edilmektedir. Bu kalemin içerisinde imalat sanayii, enerji, haberleşme, turizm, sağlık ve eğitim sektörleri ile küçük esnaf hasarı ve ibadethaneler yer almaktadır. Ayrıca sigortacılık sektörü kayıpları ve esnafın gelir kayıpları ile makroekonomik etkiler dikkate alındığında, depremin yol açtığı felaketin Türkiye ekonomisi üzerinde açtığı toplam yükünün yaklaşık 199.5 Milyar TL (103,6 Milyar Dolar)düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu büyüklüğün ‘2023 Milli Gelirinin yaklaşık yüzde 9’una ulaşabileceği öngörülmektedir”(2023 TC Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlıgı’nın ‘2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu: s.130).
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi prof. Dr. Şükrü Ersoy’a göre Kahramanmaraş depremlerinde Türkiye bu yüzyılın en büyük felaketlerinden birini yaşamıştır. Kendi ifadesiyle aktarırsak: “Bu gerçekten çok büyük bir depremdir, çünkü depremin süresi bile 1 buçuk dakikadır. Kocaeli Depremi 45 saniye süren 7.4 büyüklüğündeki bir depremdir. Fakat bu deprem 1 buçuk dakika sürmüştür ve 7.7 büyüklüğündedir. 7.7’nin büyüklüğünü şöyle açıklamak gerekir; 7.7 büyüklüğündeki deprem aslında neredeyse 3 tane 7.4 demektir. Deprem büyüklükleri logaritmatik arttığı için 7.4 ile 7.7 arasında enerji bakımından yaklaşık 3 kat fark vardır. Dolayısıyla neyle karşı karşıya olduğumuz bu açıdan da bellidir. Büyük bir can kaybı, büyük bir maddi kayıp yaşamış bulunmaktayız” (24 Şub 2023, Şükrü Ersoy, Sigorta gazetesi). 6 Şubat 2023 günü Kahramanmaraş ili, Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki iki büyük deprem ve artçılarının meydana getirdiği hasar sonucu 11 ili içine alan bir coğrafya içerisinde çok büyük bir yıkımın yaşandığı, 50 bine yakın yurttaşımızın hayatını kaybettiği Kahramanmaraş depreminin yaratığı hasarla ilgili TMMOB’a bağlı tüm odaların yaptığı Ortak Basın Açıklamasında açıklanan veriler ise şöyledir :“Afet bölgesinde gerçekleşen depremler, yaklaşık 300 km’lik bir hat boyunca yatayda 6-7 m, düşeyde de 2-3m’ye varan yüzey deformasyonları gerçekleştirmiş olup; 11 ilimizi ve 13 milyonu aşkın vatandaşımızı etkilemiştir. Yıkımların en çok olduğu illerimiz Adıyaman, Kahramanmaraş, Hatay, Malatya olarak öne çıkmaktadır. Bununla birlikte Elbistan, Göksun, Nurhak, Pazarcık, Türkoğlu, İslâhiye, Nurdağı, Gölbaşı, Erkenek, Kırıkhan, Doğanşehir, Samandağ, İskenderun ve Hassa ilçelerimizle birlikte kırsal alanlarda da yoğun biçimde yıkımlar yaşanmıştır” (20 Şubat 2023 TMMOB’ye Bağlı Tüm Odaların Ortak Açıklaması)
Depremin ülke ekonomisinde sebep olduğu büyük maddi hasar bir yana, halkımızda yarattığı manevi çöküntü ve acının, can kayıplarının hissettirdiği çaresizliğin tarif edilebilir bir karşılığı yoktur. Daha üzücü olan ise sorunun çözümüne yönelik ciddi adımların hala atılamamış, uygulamaya geçirilecek somut tedbirlerin hala alınamamış olmasıdır. Her deprem yıldönümünde olduğu gibi, 17 Ağustos Marmara depremiyle ilgili düzenlenen 2015 yılındaki anmada da, TMMOB Bursa İKK’sının yaptığı Basın Açıklamasında yine hep aynı eleştirilere yer verilmiş, depremin ülkemizin hâlâ en önemli problemlerinden biri olma özelliğini koruduğu, bu sorunu aşmanın toplumsal bir sorumluluk gerektirdiği belirtilmiş, önlem almakta, toplumu depreme karşı bilinçlendirmekte, yapı üretim sürecini ve yapılaşmayı deprem tehlikesini gözeterek düzenlemekte, ilgili mevzuatı deprem gerçeğine göre yeniden ele almakta birinci derecede sorumlu olan siyasi iktidarın konuya yaklaşımının yanlış ve yetersiz olduğu üzerine vurgu yapılmıştır. Bu bağlamda tüm yaşanmış acı deneyimlere rağmen toplumun hala daha geleceğe güvenle hazırlanmadığı konusunun da altı çizilmiştir. Her depremden önce toplumda alınacak önlemler konusunda oluşan konsensüs ve verilen sözlere rağmen, halen daha “bir arpa boyu mesafe alınamadığı” mevcut yapı stokuna bakıldığında durumun halen iç açıcı olmadığı, “TÜİK verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 20 milyon civarında yapı bulunduğu, bunların % 60`ının 20 yaş ve üzerinde bulunduğu; yapıların büyük oranda ruhsatsız ve niteliksiz olduğu, mühendislik hizmeti almadan veya kısmen alarak ve yapı denetimi olmadan üretildiği, pek çoğunun güçlendirilmesi gerektiği, yine kayda değer ölçüde yapının yıkılarak yeniden yapılmasının zorunluluk olduğu” ifade edilmiştir (17.08.2015; TMMOB a.g.b.a). Maalesef bütün bu sözler ve uyarılar son Maraş depreminin ardından yapılan açıklamalarda /raporlarda da benzer şekilde yer almaktadır. Zaten Türkiye’de mesele sorunların ele alınması, irdelenmesi, kaynağına inilip çözümler üretilmesinde değil, söylenenlerle uygulama arasındaki mesafeden kaynaklanmaktadır. Her sıcak depremin ardından verilen vaatlerin, varılan konsensüslerin, uygulanmak üzere özenerek hazırlanan raporların hiçbir zaman gerektiği gibi hayata geçirilememesi, hep raflarda kalmasıdır.
SUÇLU DEPREM Mİ DENETİMSİZLİK Mİ:
DENETLİYORMUŞ GİBİ YAPAN KURUM VE KURULLAR?!
Son yıllarda Türkiye’de ‘Yapı Denetimi Düzenlemeleri’ adı altında bazı girişimler gerçekleştirilmiş olsa da, iş uygulamaya geldiğinde denetim mekanizmalarının işlerlik kazandırılması bir yana, tam tersi denetimi tamamen ortadan kaldıran uygulamalar hayata geçirilmiştir. Sonuçta denetleyen değil ‘denetliyormuş’ gibi yapan bir sistem ortaya çıkmıştır. Özellikle 1980 sonrası Neo-liberal süreçte kağıt üzerinde her şeyin mükemmel şekilde dizayn edildiği ama uygulamada yapılması gerekenlerin sırf maliyetleri düşürmek uğruna eksik / aksak kolayca onay sürecinden geçmesine izin verilen, denetliyor görüntüsü veren bir denetim mekanizması hakim olmuştur. Uygulamada, yasa kapsamında mesleki denetim ve belgelendirme görevleri olan TMMOB bağlı odalar ve diğer meslek odalarının yanı sıra denetleme görevi olan tüm uzman kuruluş ve kurumların bu alandaki faaliyetlerini sınırlayan, onları denetim dışı bırakıp yerine her türlü yetkiyle donatılmış paralel kurum ve kurullar oluşturan, korumacılıktan gittikçe uzaklaşan çok daha esnek bir denetim mekanizması sistemde kabul görmüştür. Gelinen aşamada ‘Deprem Şurası’, ‘Ulusal Deprem Konseyi’ gibi oluşumlar da lağvedilerek ortadan kaldırılmıştır.
Türkiye’de depremin sıcaklığının ardından bir dahaki depreme kadar hatırlanmamak üzere yaşanan felaketler kolayca unutulmaktadır. Bu kez de aynı şeylerin olmaması için bütün toplumun bu konuda harekete geçmesi, sorumluların işlerini yerine getirmek üzere göreve çağrılması, daha da önemlisi, ülkede hakim olan ‘bütüncül’ olmaktan uzak ‘eklektik, kamusal çıkar ve ekolojik yarar gözetilmeyen mevcut ‘Şehir Planlama’ yaklaşımının derhal terk edilmesi gerekmektedir. Yine halka rağmen ve genellikle torba yasalarla bir gecede çıkartılan, sadece müteahhitlerin / inşaat firmalarının rant beklentisini karşılayan taraflı yasaların ve tarafsızlığını yitirmiş adalet sisteminin de bir an önce değiştirilmesi gerekmektedir. Çok önemli olduğu için tekrar altını çizerek tekrarlarsak, denetim mekanizmalarının ve denetleyici kurulların yetkilerinin kısıtlanıp denetim dışı bırakılarak, yerlerine esnek, denetlemeyip ‘denetliyormuş’ gibi yapan, esas görevi sistemin projelerinin ‘onay’ sürecini kolayca atlatıp ‘Denetim’ mekanizmasından sorunsuzca geçmesini sağlamak olan paralel kurul ve kurumların hakimiyetinden Türkiye’nin ivedilikle kurtarılması; işte Türkiye’nin bugün ‘Deprem’ gerçeği karşısındaki esas meselesi budur. Ülkede hakim olan ‘Rant Hukuku’na bir şekilde son verilerek halk çıkarının ve kamusal yararın ön plana alındığı, ekolojik tahribat ve doğa katliamının çok geç olmadan durdurulduğu, depreme karşı güvenli, sağlıklı, planlı bir kent yapılanmasına izin veren, bağımsız denetim mekanizmalarını, bağımsız yargıyı, tarafsız basını ve üniversiteleri harekete geçiren demokratik, katılımcı bir sistemin en kısa zamanda ülkede hakim kılınması, bugün Türkiye’nin gelecek kuşakların güvenliği için de önceliği olmalıdır. Aksi taktirde bütün vaatlerin önerilen tedbirlerin hazırlanan raporların yine raflarda kalması kaçınılmazdır. TMMOB Kimya Mühendisleri Odası, 17 Ağustos depreminin yıl dönümüne ilişkin olarak 16 Ağustos 2017’de yaptığı Basın Açıklamasında 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999’da yaşanan depremlerin üzerinden geçen 18 yıla rağmen özellikle İstanbul’da depreme karşı yetkililerin gerektiği şekilde önlem almadığını, ülkedeki 20 milyonu aşan yapı stokunun yüzde 70`inin ruhsatsız, kaçak ve yüzde 40`ının da oturulamaz ve depreme karşı mutlaka güçlendirilmesi gereken durumda olduğunu vurgulayarak şu önemli eleştiride bulunmuştur: “Birçok kez değiştirilen İmar Yasası ve her tadil edilişinde biraz daha dejenere olan Yapı Denetimi Yasası ile depreme karşı güçlü yapılar üretilemeyeceği ortadadır. Bu sistem içerisinde yer alan ve hiçbir şekilde denetlemediği, hatta görmediği yapı ve ona ait beton gibi kritik yapı malzemelerini kontrol etme işinin, gerçekte çok düşük ücretler karşılığında sadece evraklara imza atma düzeyine indirgendiği bu sözde denetim ülkemizin çok acı bir gerçeğidir” (16 ağustos 2017; Kimya Mühendisleri Odası).
Son yıllarda siyasi iktidar mevzuatta kabul edilemez köklü değişiklilere gitmiştir. Az önce yukarıda da değinildiği üzere Meslek Odalarının toplumsal yarar hassasiyetinden kaynaklanan kamu projelerine müdahale etme yetkileri büyük ölçüde sınırlanmış, üyelerini denetlemelerinin, sicillerini tutmalarının, mesleki faaliyetlerini kayıt altına almalarının önüne engeller çıkarılmıştır. Meslek Odaları ve diğer bağımsız denetçi kurumlar, işlerini layığı ile yapmaları için gerekli gelir kaynaklarından ve maddi olanaklardan büyük ölçüde yoksun bırakılmışlardır. Bu yolla bağımsız denetim mekanizmaları üzerinde idari denetim kurularak bir vesayet ilişkisi hayata geçirilmek istenmiştir. Bu sürecin toplumsal maliyeti de şüphesiz yüksek olmuştur. Yine yukarıda vurgulandığı üzere son Maraş depreminde, TC tarihinde depreme bağlı olarak daha önce görülmemiş ölçüde büyük bir tahribat gerçekleşmiş, ülkemizi yasa boğacak düzeyde büyük bir can kaybı yaşanmıştır. Oysa mantıklı olan, bunun tam tersinin olmasıdır; yani daha önce yaşanan felaketlerden ders çıkarılarak bütün tedbirlerin çoktan alınmış olması, gerekli yasal alt yapının çoktan hayata geçirilmiş, uygulamada bütün süreci hassasiyetle denetleyen, yanlışları kayıt altına alan, sorumluların gerektiği gibi cezalandırıldığı, ‘bağımsız’ bir denetim sisteminin çoktan oluşturulduğu güvenli bir kent yapılaşmasına çoktan ulaşıldığı, maddi, manevi depremlerin gittikçe daha az hasarla atlatıldığı bir ülke olmak; aklın ve bilimin gereği bu saatten sonra Türkiye’de olması gereken budur. Peki bu neden olmamakta / olamamaktadır?
İNŞAATA DAYALI ‘KENTSEL DÖNÜŞÜM’ ODAKLI BÜYÜME MODELİ VE MÜTEAHHİTLERİ KAYIRAN ‘RANT’ HUKUKU
1980 Sonrası tüm dünyada Neo-liberal sisteme geçilmesiyle birlikte, daha önceki sanayi odaklı ‘Sermaye Birikim Sistemi’ değişmiş hizmet sektörüne, ağırlıklı olarak da inşaat, turizm ve finans sektörlerinde üretilen hizmetlere dayalı bir ‘Sermaye Birikim Rejimi’ kapitalist sisteme hakim olmuştur. Artık zenginliğin kaynağı, üretimin merkezileştiği, sanayi üretiminin ağırlıklı olduğu ‘Büyük Fabrika Sistemi’ değil, hizmet sektörlerinde faaliyet gösteren ‘Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler/ KOBİ’ler ve ‘Kent’in ve ‘Kır’ın mekan olarak bizzat kendi varlıklarıdır. Kentler artık Neo-liberalizmin Misafirhanelerine dönüşmüşlerdir. Kentlere gelecek olan müşterilere en iyi hizmeti verecek, en iyi alt yapı imkanlarına, otobanlara, havaalanlarına, otellere, restoranlara, eğlence / dinlenme mekanlarına, alışveriş merkezlerine / AVM’lere sahip, müşterilerini en konforlu en güzel şekilde ağırlayan kentler en çok para kazan kentler olacak, ülkede üretilen pastadan en çok pay alan yine bu kentlerin KOBİ’leri ve başta müteahhitler olmak üzere sermaye sınıfı olacaktır. Bu sistemi global ölçekte ele aldığımızda ise, devletler de artık dünya pazarında ürettikleri hizmetler ve inşa ettikleri ‘Küresel Kentler’ aracılığı ile birbirleriyle rekabete girecek, en donanımlı, en iyi imkanlara sahip, tarihi, kültürel mirası en zengin, konaklama, ulaşım, eğlence imkanları en gelişmiş, markalaşmış, vizyon sahibi kentlere sahip ülkeler bu rekabette en başta yer alacak, dünya gelir pastasından en büyük payı alarak, dünyanın en zengin ülkeleri arasındaki konumlarını koruyacaklardır.
Tablo böyle olunca, böyle bir sistemde Kırda /Kentte / Uluslararası boyutta Küresel kentlerde, yerel /ulusal / uluslararası düzeyde hizmet veren işletmeler veya global ölçekte hizmet veren Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ)’lar ve Kırı / Kenti / Küresel Kenti en iyi şekilde inşa eden /pazarlayan inşaat sermayesi / Müteahhitler bu sistemin sahipleri, zenginleri / prensleri olacaklardır. Bütün sistem bunların taleplerine göre dizayn edilecek, Neo-liberal yasalar bunların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden gözden geçirilecek, eğer mevcut hukuk sisteminde engel teşkil eden, ayak bağı olan yasal düzenlemeler varsa bunlar sistemin yeni sahiplerinin çıkarına derhal değiştirilecek, yerine sisteme soluk aldıracak, sermaye birikiminin önünü açacak Neo-liberal yasalar ve Neo-liberal Hukuk Sistemi hakim kılınacaktır. Son yıllarda Türkiye’de de yapılan budur. Özellikle Türkiye’nin kendine özgü koşulları gereği, inşaat sektörü çok ön planda olduğu ve ülkede ‘İnşaat Sektörüne Dayalı Kentsel Dönüşüm Odaklı Bir Büyüme Modeli’ benimsenmiş olduğu için, müteahhitler Türkiye’nin gerçekten de prensleri konumuna gelmişlerdir. Bütün Neo-liberal politikalar müteahhitlere hizmet etmekte, bütün yasalar, hukuk sistemi onların işlerini kolaylaştıracak, önlerindeki engelleri kaldıracak düzenlemeleri içermektedir. Finans sektörü de onları ayakta tutacak şekilde kredi ve finans desteği sağlamaktadır. Sistemin arz cephesini ayakta tutmak için ‘yatırım kredileri, talep yönünü dengede tutmak için de ‘tüketim kredileri vererek, ekonomiyi finansal boyutta dengede tutmaya çalışmaktadır.
Daha önceki sistemde (Fordist Birikim Sisteminde) Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ‘Sanayi Odaklı’ bir birikim modeli ve İşçi sınıfının taleplerinin / beklentilerin önemli ölçüde dikkate alındığı bir ‘Kent Planlaması’ ve ‘Sosyal Haklar’ temelinde düzenlenmiş bir ‘Hukuk Sistemi’ hakimdi. Keynesyen sosyal devlet düzenlemeleri ve sosyal haklar Türkiye’de de önemli ölçüde gelişmiş durumdaydı. Kentlerde Kamu binaları, kamusal alanlar, örneğin devlet okulları, devlet hastaneleri, kamusal dinlence / eğlence yerleri, kamu İktisadi teşebbüsleri tüm bunlar kentin en güzel en gözde yerlerinde bol miktarda bulunmaktaydı. Yeşil alanlar, parklar, ormanlar, korular, halka açık alanlardı ve genellikle işçi sınıfının sosyalleştiği, dinlendiği yerlerdi buralar. Kente müdahalede ‘Planlama’ ve ‘Bütüncül’ yaklaşım çok önemliydi. Ve bu müdahalelerde ‘Kamusal yarar’ ve ‘Ulusal çıkar’ her şeyin üstünde tutuluyordu. Sağlıklı bir toplum ve toplumsal hafızanın korunmasına yönelik olarak, yeşil alanlar, ormanlar, tarım arazileri, su havzaları, tarihi ve kültürel miras alanları yasalarla korunuyor; uygulamada da birtakım denetim mekanizmaları ve korumacı kurum ve kurullar tarafından sistemin sağlıklı işleyip işlemediği sıkı şekilde denetleniyordu. Örneğin 2863 sayılı ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’ ile tarihi ve kültürel alanlar koruma altına alınıyor, ‘Anıtlar Kurulu’ gibi korumacı kurullar tarafından bu yasanın hayata geçirilip geçirilmediği ciddi şekilde denetleniyordu. Yine Kent planlaması için Şehir Planlama Odası, Mimarlar Odası gibi Meslek odaları önemli yetkilerle donatılmışlardı ve bunlar Kente herhangi bir yanlış müdahalede gerekli tedbirleri alma gücüne ve yetkisine sahiplerdi. Diğer denetim mekanizmaları olan Basın, Yargı ve Tarafsız Bilimsel Kuruluşlar, özellikle Üniversiteler, denetim görevlerini kısıtlanmadan yapabiliyor, kurallara uymayanlara yaptırımlar uygulanabiliyordu. Tabii tüm bu korumacı yasalar, koruma kurulları, bağımsız denetim, tarafsız basın ve yargı sistemi yaşanan Neo-liberal süreçte sistemin hakimlerinin, özellikle de müteahhitlerin işine gelmedi. Çünkü onların tek isteği Kente rahatça müdahale edebilmek, Ranta değer gördükleri her yere rahatça girebilmek, gerekirse oralara ‘Kamulaştırma’ yoluyla el koyabilmek, hiçbir ciddi engelle karşılaşmadan ucuz arsalara ulaşıp inşaat yapabilmekti. Müteahhitlerin kamusal yarar veya ulusal çıkarlara rağmen istedikleri projeleri sorunsuz / engelsiz hayata geçirebilmeleri ve istedikleri düzeyde yüksek karlar elde edebilmeleri için mevcut denetim sisteminin ve ülkedeki ‘korumacı yaklaşımın’ tamamen değişmesi gerekiyordu. Böylece son 20 yılda Türkiye’de, Neo-liberal kent politikaları aracılığıyla, mevcut sistem inşaat sermayesi ve müteahhitlerin lehine adım adım bu beklentilere cevap vermek üzere değiştirildi.
Eski katı korumacı yaklaşımın esnekleştirilmesi ve sistemin ‘denetimsiz’ tamamen ranta uygun şekilde işler hale getirilmesi için önce korumacı yasaların yerine daha esnek yasalar çıkarıldı; ardından koruma kurulları ve denetleyici kurumların yetkileri kısıtlanarak bunlar işlevsiz hale getirildi. Örneğin daha önce 2863 numaralı Tabiat ve Doğal varlıkları koruma yasası ile korunan tarihi alanlar için, ‘5366 Yenileme Yasası’ çıkarılarak, Bakanlar Kurulu tarafından ‘Yenileme kararı’ alınan tarihi alanlarda 2863’ün hükmü tamamen kaldırıldı ve yerine tarihi alanları imar ve inşaata açan 5366 geçerli sayıldı. Yine sıkı denetim yapması ile ünlü ‘Anıtlar Kurulu’nun yenileme alanlarındaki denetim yetkisi elinden alındı, yerine daha esnek, sistemin ürettiği projelerin kolayca onaylanmasının önünü açan ‘Yenileme Kurulları’ yetkilendirildi. Yenileme Kurullarını atayan aynı irade aynı zamanda bu kurulların denetiminden geçecek projelerin de sahipleriydiler. Yani sistem kendi oluşturduğu kurullara kendini denetletir hale gelmişti. Böylece gerçek denetim ortadan kaldırılmış ‘denetliyormuş’ gibi yapan paralel, birtakım sözde denetim kurum ve kurulları sisteme hakim kılınmıştı. Yine bağımsız denetim yapan Mimarlar Odası, Şehir Plancıları odası gibi Meslek Örgütleri ve diğer bağımsız kuruluşların hem yetkileri hem gelir kaynakları kısıtlanmış, bunlar denetim dışında bırakılmışlardır. Bağımsız / tarafsız basın, yargı kalmamış, Üniversiteler iktidarın bilimini üretir hale gelmişlerdir. Yani Ülkede İnşaat Sektörü ve Müteahhitlerin önünde artık hiçbir engel, denetim gücü, korumacı politikalar, kurullar, kurumlar kalmamıştır. İnşaat Firmaları ve sistemin prensleri müteahhitler tamamen dokunulmazlık zırhı ile kuşatılmışlardır.
ÖNLEMLER ÖNERİLER
Ülkemizin çok büyük bir kısmının deprem riski altında olduğu ve ‘bir doğa olayı’ olarak depremlerin, dün olduğu gibi gelecekte de hep karşımıza çıkacağı, kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Bilinen bu gerçeğe rağmen deprem denen bu doğa olayının Türkiye’de her seferinde büyük bir afete dönüşmesinin nedenleri ve sistemdeki handikaplar yukarıda ayrıntılı bir şekilde irdelendi. Yazımızda, problemin aslında sistemden kaynaklandığı, ‘Ranta Dayalı Birikim ve Büyüme Modeli’nin bugünkü sermaye sınıfının varlığını sürdürmesinin temel koşulu olduğu saptamasına ulaşıldı. Bu noktadan sonra sıra artık, Türkiye’de gerçekten depremlerin bu derece yıkıcı / tahrip edici olmaması ve ülkede daha sağlıklı / güvenli, ‘sürdürülebilir’ bir kır / kent yapılanmasının hayata geçirilebilmesi için neler yapılması gerektiği konusuna gelirse, bunun için biz her şeyden önce sermaye sınıfı ve halk arasında ciddi bir uzlaşma gerçekleştirilmesi gerekliliğini savunmaktayız. Türkiye’nin özgül koşulları gereği bu konuda özellikle İnşaat Sermayesinin ‘kamusal yarar’ ve ‘sürdürülebilir ekolojik sistem’ adına kazançlarının bir kısmından vazgeçmesi, daha az ‘Kar’ etmeyi göze alarak sağlam / güvenilir, sosyal boyutu da bulunan bir yapılaşma modelini kabul etme konusunda rıza göstermesi ihtiyacının olduğunu düşünüyoruz. Ancak o zaman ülkede yeniden koruyucu yasalar /kurumlar, koruma kurulları ve ciddi bir denetim mekanizması devreye sokulabilir; bağımsız yargı, tarafsız basın, üniversiteler yeniden hakim kılınabilir; katılımcı, demokratik, kamusal yararın ve ekolojik sistemin ön planda tutulduğu bütünsel bir yaklaşım ve bilimsel ilkelere dayalı bir ‘Kent Planlaması’ hayata geçirilebilir.
Bu bağlamda ‘önlemler ve öneriler’ konusunu irdelediğimiz yazımızın son bölümde biz de yapılması gerekenleri konunun uzmanlarına ve bilimsel yöntemlere bırakarak, 20 Şubat 2023 tarihinde, TMMOB’a bağlı tüm Odaların “Deprem Bölgelerinde Her Türlü Müdahale, Bilimi, Tekniği ve Meslek İlkelerini Gözeterek Yapılmalıdır” başlıklı Ortak Basın Açıklamasından önemli bulduğumuz maddelerden oluşan özetle aktarıyoruz:
“-Özellikle yıkımın kent ölçeğinde yaşandığı illerimizde parçacı çözümler yerine bütüncül çözümlerin ortaya konulması zorunluluktur. Dolayısıyla yerleşim Kır /Köy /Kent/ yerlerinin yeniden inşa sürecinde ilgili tüm meslek alanlarının sürece katkı sunması aklın ve bilimin gereğidir ve bu çalışmaların öncelikli olarak altyapı tasarımından (ulaşım, elektrik, doğalgaz vb.) başlanarak yapılması gerekmektedir.
-Kent ölçeğinde yıkımların yaşandığı illerimizde yerbilimsel çalışmaların kent bütünü ve kırsal alanları kapsayacak biçimde detaylı olarak ele alınması, deprem nedeniyle kullanılamaz hale gelen bölgedeki jeodezik ağ altyapısının güncellenmesi, yer kabuğu hareketleri nedeniyle metrelerce kayarak bozulmuş olan mülkiyet sınırlarının hızlı bir şekilde güncellenmesi, bölgenin hâlihazır ve kadastral haritalarının yenilenmesi gerekmektedir.
–Seçilecek alaların; iklim özellikleri de dikkate alınarak; jeolojik ve hidrolojik kökenli afetler ile meteorolojik kökenli afetlere uğrama riski bulunan alanlardan uzak olması gerekmektedir. Yani fay zonlarının deformasyon zonları ile depremler sonucu meydana gelen sıvılaşma, yanal yayılma gibi etkilere açık olmayan heyelan, kaya düşmesi, oturma, çökme, obruk oluşumu, tıbbi jeoloji kökenli riskleri içermeyen ve sel, taşkın, çığ düşmesi gibi jeolojik ve hidrolojik kökenli afetler ile fırtına, hortum, kum fırtınası gibi meteorolojik kökenli afetlere maruz kalabilecek alanlar olmamasına dikkat edilmesi önemlidir. Daha öz bir ifade ile yeniden inşa sürecinde yapılacak olan çalışmalar bütüncül bir afet önleme politikasını mutlaka içerisinde barındırmalıdır. Bu anlamda meslek odalarının katkı sunması oldukça önemlidir.
-Uygun yer seçim kararları ile birlikte depremlere kurban vermeyeceğimiz, kayıpsız bir bina güvenlik sisteminin kurulması ve bu amaca uygun malzeme, etüt, proje, uygulama ve denetim mekanizmasının acilen oluşturulması bundan sonraki temel beklentimizdir. Bu bağlamda uzun yıllar boyunca meslek alanlarımızda oluşturulmuş olan bilimsel ve teknolojik birikimden hareketle ilgili idareleri yer seçim kararlarını alırken mesleki ilkelerini gözetmeye ve inşa süreçlerini kır-kent bütünlüğünü ve tüm sektörleri kapsayacak biçimde sürdürmeye davet ediyoruz”(20 Şubat 2023; TMMOB’a Bağlı Tüm Odaların Ortak Basın Açıklaması).
Türkiye’de gerçekleşen bütün afetlerde ve depremlerde, özellikle de Maraş depreminde, Arama Kurtarma çalışmalarında, Madencilerimizin inanılmaz çabası ve başarıları dikkat çekmiştir. Bu açıdan yazımızın son söz ve öz cümlesini de Madenciler Odası’nın yaptığı ve hemen her dönem için geçerliliğini koruyan aşağıdaki ifadeyle tamamlıyoruz: “Ranta ve talana dayalı sosyo ekonomik politikaların sonucu olarak; plansızlık, denetimsizlik, kaçak yapılaşma ve gecekondulaşma olgusu, yaşanan acı olaylardan ders alınmadığının ve yanlışlara devam edildiğinin açık bir göstergesidir. Bilime, tekniğe önem verilmemesinin, meslek odalarının görüşlerinin dikkate alınmamasının bedeli ağır bir şekilde ödenmekte, insanımıza değer verilmemesinin sonucu ne yazık ki yine acıyla ve gözyaşıyla yaşanmaktadır. Depremler kader değildir. Bir doğa olayı, gerekli önlemlerin alınmaması nedeniyle büyük bir afete dönüşmüştür. Bu konuda her kurum, her meslek odası üzerine düşen görevi yerine getirmeli, kendi alanıyla ilgili görüş ve öneri üretmeli, sonuçları kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Gerekenlerin yapılması konusunda en büyük sorumluluk siyasi iktidarlarındır. Ancak, siyasi iktidarın sorumluluklarını yerine getirmediği yaşanan olayın sonuçlarından görülmektedir” (12 Kasım 2011; Maden Mühendisleri Odası Basın Açıklaması).
REFERANSLAR
-2023 TC Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlıgı’nın ‘2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu
– 20 Mart 2023, Yunus Sezer, BBC News Türkçe;
-24 Şub 2023, Şükrü Ersoy, Sigorta gazetesi;
–https://sigortacigazetesi.com.tr/kahramanmaras-depremi-son-yuzyilin-en-buyuk-depremiydi/).
-14 Şubat 2023; Birgün Gazetesi
–20 Şubat 2023 TMMOB’ye Bağlı Tüm Odaların Ortak Açıklaması
-17.08.2015; TMMOB Bursa İl Koordinasyon Kurulu Basın Açıklaması
– 16 ağustos 2017; Kimya Mühendisleri Odası
– 12 Kasım 2011; Maden Mühendisleri Odası Basın Açıklaması
-Aralık 2011 TTB Raporu
Çiğdem Şahin
İÜ İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi